Saturday, December 25, 2010

Soğuksu-Doğanözü Yürüyüşü


Bugün 26 Aralık 2010 Pazar günü. 5 gün sonra bu yıla veda edeceğiz ve tabii bu yıl da bize veda edecek; karşılıklı bu vedalaşmadan sonra, eğer ileride bir 'zaman makinesi' icat edilmezse bu yılı bir daha hiç göremeyeceğiz!.. Ama güzel anılar, her şeye rağmen bizi geçmişe bağlayacaklar, ve geçmiş olan, biz yaşadığımız sürece hiçbir zaman bizden tamamen kopup gitmeyecek; her fırsatta bizi alıp geçmiş anılara götürecek; insan zaten ya geçmişte yaşar ya da gelecekte!.. Zen ustaları ise herkesi bugüne davet ederler.

Ankara Dağcılık Kulübü'nün bugünkü etkinliğine, Tahsin hocanın Karaman-Ermenek'ten misafirleriyle birlikte 9 kişi katıldı. Başlangıçta liste 10 kişiydi; Jale, bu haftayı zorunlu dinlenme şeklinde geçirdiğinden gelemedi. Nazım hoca da "Bel dinlendirmesi" kapsamında bir süreliğine "light yürüyüş" gruplarına transfer oldu. Birazdan bu etkinliğe dair ayrıntıları aktaracağım. Etkinliğin fotoğrafları da aşağıdaki linktedir.



26 Aralık Mao Çe Tung'un doğum günüdür. 117 yıl önce doğmuş; "Ben, Çin'in Atatürk'üyüm" diyen bu yaman devrimcinin güzel bir sözüyle yazımın resmi açılışını yapayım: "Yüz çiçek yan yana açsın, yüz fikir birbiriyle yarışsın!"


Yürüyüşlere bir süre ara veren Müslüm hoca yeniden operasyonlara başladı. Geçen sene Doğanözü yürüyüşünü 29 Mart'ta yapmıştık ve ben köy odasındaki sıcak sobayı, o acılı turşuyu ve güzel bahar çiçeklerini halen bütün canlılığıyla hatırlıyorum!.. Soğuktan sonra sıcak her zaman harika bir duygu verir insana; karların içinden çıkıp bir kaplıcaya girmek gibi hoş bir duygudur bu. Mevlana Lokantası'ndaki klasik molamızdan sonra Kızılcahamam'ın içine girdik; pazar yerinde Müslüm hoca akşam yenilmek üzere bazlama ve peynir aldı. Yürüyüşümüz volkanik bir sahadan, yani Soğuksu Milli Parkı'ndan, bir çeşme başından, Atatürk'ün "Bu yurt köşesinde mutlusunuz, Kızılcahamamlılar," sözünün yazılı olduğu tahta levhadan başladı. Parkın ismi Soğuksu, ama bu bölgede pek çok sıcak su kaynağı da var. Felaketler, güzellikleri de yaratırlar; volkanlar ve depremler olmasaydı kaplıcalar da olmazlardı!..


Sabah ilk kez, benim bindiğim duraktan 7.40 yerine 8 civarında yola çıktık. Bu gecikmeyle birlikte Mevlana lokantasında pek çok trekking grubuyla karşılaştık. Normalde Ankara'dan en erken çıkan grup ADK Dağcılık grubudur; dağ tırmanışlarında da keza ADK en erkencidir, yıldızlar henüz gökte parıldarlarken çıkar. Bugünkü gecikme iyi oldu, çünkü dostlara rastladık. Bunlardan biri de Muharrem hocaydı; Mustafa hoca da kendi arkadaş ekibiyle oradaydı.


Ankara'dan Kuzeybatıya çıkmıştık; yürüyüşümüzü ise genel manada Güneybatıya doğru yapacaktık. Hedefte Karacaören, Saraycık ve nihayet Doğanözü vardı. Bu en sondaki köy Güdül yoluna yakındır. Geçen seneki rotayı izlemedik. Geçen sene Eskice ve Sazak köyleri üzerinden rota yapıp Davutlar'a geçmiştik. Bu kez Soğuk su Milli parkından çıkışa geçtik. Kamp yapan birilerinin çadırını ve bir şelaleyi geçerek tırmanmaya başladık. Ormana girer girmez sıcaklık arttı. Polarlar üzerimizden çıktı; kalın polar eldivenler yerlerini iç eldivenlere bıraktılar, ki onlara bile gerek yoktu. Aralık sonunda tek kat içlikle gayet rahat bir şekilde yürümeye başladık. Millet marka yeni aldığım "yumuşak kabuk" (Softshell) ceketimi ya da "rüzgar durdurucumu" (Winsstopper) giyme fırsatını dahi bulamadım!.. Bazen Olcay,"Hava kararsa da kafa lambamı kullansam," derdi; ben de şimdi "Rüzgar çıksa da yeni ürünü bir denesem" diyordum, ama olmadı. Yer yer karlı ve yer yer çamurlu zeminde ilerledik. Ayakkabılar bir çamurlanıyor bir pırıl pırıl temizleniyorlardı.

Kara çamlar, Göknarlar, Sarı Çamlar, Meşeler sıklıkla karşımıza çıktılar. Erol hoca uzun zamandır yürümediği için epeyce hevesliydi. Ben, Şule ve Erol hoca, üçümüz de aynı pantolonu giyiyorduk; bu High Mountain (Yüksek Dağ) marka pantolon gerçekten sıcak tutan ve çabuk kuruyan pek faydalı bir şey!.. Erol hocanın zamanı olursa K2 dağına da bu pantolonlarla çıkacağız; ah bir zaman olsa, Dünyanın 2. büyük dağı K2'nin işini oracıkta bitireceğiz!..
Yaban hayvanlarını gözetleme kulesinde bayraklı fotoğraf çektik. Bu yüksek köşkler gerçekten etrafa çok hakimdirler; orada iyi "zoom"lu bir makineyle sabırla oturulup çekirdek çitleyerek beklense pek çok yaban hayvanı gözlemlenebilir. Zaman zaman minik tatlı derelerden geçtik; tek kata rağmen terledik; ben yazlık şapkayla terledim!.. Artık bütün yürüyüşlerimizin temel gıdası olan kuşburnundan yol boyunca yedik. Meşhur sloganlardan "Yiyin gayri," lafı sıkça edildi!.. Doğanın bu kırmızı hediyeleri, belki de Noel babanın bizlere bir Yeni Yıl armağanıydı!..

Uzaklardan Davutlar köyünü gördük. İlk durağımız olan Karacören köyü, Soğuksu'dan 9 kilometre uzaktaydı. Güzel bir tempoda bu köyün yakınlarına varıp 1 km daha yürüyerek gölete geldik. Saat sanırım 13.00 civarlarıydı. Gölet yarı buzluydu ve biz de yarı açtık; tozluklar yarı çamurdu; her şey yarımdı, yarıydı sanki!.. Yol boyunca Tahsin hocanın çikolata ikramı oldu; birkaç çikolata da Erol hocadan geldi. Ben yemedim. Tahsin hoca da her seferinde, "Aman yeme, kilo alırsın, Murat" diye takılıyordu; halbuki ben dünyayı yesem yine de kilo almam; yani galiba, sanırsam!.. Benim öğle menümde küçük 1 turp, 1 haşlama patates, 1 yumurta, 1 domates, 1 muz, 1 elma ve birkaç da sigara böreği vardı; artık yürüyüşlerde ekmeği tamamen kaldırdım!..
Harun hocanın diske kaydetmeyen fotoğraf makinesini ve 50 liralık Laken termosunu konuştuk; suyun sıcaklığını parmağımla ölçtüm; epeyce ılımış; çok daha sıcak olmalıydı! Ona 35 liralık Primus marka termos önerdim. Ben bu kez getirdiğim her şeyi yiyip bitirdim, ne varsa silip süpürdüm; Beypazarı menşeili cevizli sucuk da, antep fıstıkları da dahil; amacım ağırlığımı azaltmaktı!.. Aralık sonundaydık ama sırtımıza vuran güneş bizi yakıyordu; küresel ısınmanın bir palavra olmadığı kanısı artık iyice yerleşiyordu zihnimize!.. Palavra olmayan bir şey daha vardı: İnsanların ahmaklıkları, açgözlülükleri; doğayı katletme ahlaksızlıkları; çevreye karşı, doğal güzelliklere karşı öküzümsü ve mandamsı duyarsızlıkları!..


20 dakikalık bir yemek molasından sonra yola koyulduk. Yalnız başına dolaşan koca ayaklı bir kurdun izine rastladık. Onu görebilseydik muhteşem olacaktı; ama hayal gücümüzle de olsa onu canlandırdık; bu gizemli yaratıkları konuştuk. Müslüm hoca Kuzey Yarımkürede güneş hangi saatte hangi yönde olur şeklinde bir bilgi verdi ama ben unuttum! Şule mutlaka hatırlıyordur, esasen çok faydalı bir bilgiydi ve onu bir ara yazılı olarak alırsak iyi olur; benim hafızam iyi olmadığından yazılı olarak okumam daha uygun oluyor benim için.


Yeni filizlenen kar çiçeklerinin yanlarından geçtik; çakmak taşlarının (silex) olduğu bir yola girdik. Birkaç kişi buradan hatıra taş aldılar. Bunlara ateş taşı da derler ve hoş bir sözcüktür bu. Demire sürerseniz ateş çıkarırlar; minnacık bir parça dahi yüzlerce kez çakabilir; ama her çakışta ölürler, erirler; öfkeli insanlar da böyledir; her çakışta kendilerini eritir, kendilerini öldürürler!.. Bize gereken şey bir Budist sakinliği ve bir Budist bilgeliğidir; acı da neşe de, keder de mutluluk da gelir geçer; acının da neşenin de, kederin de mutluluğun da karşısında aynı şekilde, aynı dinginlikte durmak... Bu bir Budist duruşudur; benim sevdiğim ve saygı duyduğum bir duruştur...

Taşları da geride bırakarak Saraycık köyüne girdik; şimdiye kadar 15 kilometre yürümüştük; burada çitlerin üzerlerine konmuş yüzlerce pet şişe gördük ama dekorasyon amaçlı mı, kuşları kaçırmak için mi yoksa başka bir amaç için mi olduklarını anlayamadık. Belki de köyün delisi yapmıştı onları!.. Bazen karmaşık görünen şeylerin çok basit açıklamaları olur; ben genelikle en karmaşık açıklama neyse onu düşünürüm.
Saraycık Köy Konağı'nda oturduk; bu civarda ben çok güzel bir çiçek resmi çektim ve bu yazının en üstüne yerleştirdim. Köylerde yaşam zordur; insanlar "survival" (ölüm-kalım; beka) olayıyla ilgilenirler, köylüler genellikle estetikle ilgilenmezler, yaşam zordur; ama bir köy evi bahçesinde bu güzel çiçekler ekilmişlerdi ve ben de içimden bu evin sahiplerini tebrik ettim. Zorluğun içinde estetiği ve sanatı gördük mü iyice kutlamak gerekir. Tavukları ve köyü geride bırakıp, minik mantarların üzerlerinden Doğanözü'ne doğru inişe geçtik. Bu rotayı beğendim; oradaki kapalı ve uzun vadiye de bir gün dalmak gerek!.. Hoş bir sakinlik vardı; neredeyse rüzgar sıfırlanmıştı, çünkü ben "rüzgar durdurucu" almıştım ve Tanrı bana bir şaka yapıyordu, sana bugün rüzgar yok Murat diyordu!.. Fakat Tanrı iyi bir dosttur; bugün vermezse yarın verir!.. Köye yaklaştıkça soba hayalimiz yükseldi.


Nihayet Doğanözü köyü uzaklardan göründü. 18 kilometre civarı yürümüştük; Cafer Ünlü ve Meral Ünlü iyi bir performans göstermişlerdi; Sultan da ayakkabı sorununa rağmen pek zorlanmadı. Saat 16.15 civarı, hava kararmakta iken yürüyüşü tamamladık.


1951 yapımı Köy Konağı'na esnetme hareketlerinden sonra girdik. Ahmet hoca sobayı kızdırmıştı; kestaneler çıtır çıtır ses çıkarıyorlardı; kokuları her yere yayılmıştı; sobanın üzerindeki bir tencere içinde taze ve sıcak süt de vardı; sütün üzerindeki kaymak parıldıyordu ve bizim de ağzımız sulanıyor, gözlerimiz pırıldıyordu!.. Tahsin hoca süt servisi yapma işini üstlendi ve bu taze sütten zevk alarak içtik. Çok güzel bir tadı vardı; şehirde böyle süt içmenin imkanı yoktur; keşke her gün böyle doğal süt içebilsek. Köy muhtarı İlhan bey yoktu; anahtar da köy sakinlerinden Cafer beyden alınmıştı; kısacası koca konak odasında biz bizeydik, yalnızca ADK ekibi. Müslüm hoca bazlamalara peynirleri yerleştirip sobaya sürdü; kestane, süt, çay ve bazlama çok lezzetli oldu ve emeği geçenlere teşekkür ettik. Güzel bir etkinlik oldu; doğada geçen her saniye insanoğlu için bir kardır, bir kazançtır...


Yazımı yine bir müzikle bitiriyorum: Blue Christmas; Hüzünlü Noel!




Yeni yılda herkesin "iyi" ve "doğru" olan, ama yalnızca "iyi" ve "doğru" olan bütün hayallerinin gerçekleşmesi dileklerimle... Mutlu Yıllar...

Mehmet Murat ildan

Sunday, November 28, 2010

Yanık Yaylası Yürüyüşü


Bugün 2010 yılının 28 Kasım günü. Geçmişte bugün neler olmuş derseniz, 428 yıl önce bugün, Üstat Shakespeare ve eşi Anne Hathaway evlilik lisansları için 40 sterlin ödemişler!.. Güne başlarken bugünün geçmişte ne ifade ettiğine ve ne içerdiğine bakmak, insanı gün içinde farklı zaman boyutlarına götürebilir ve güzel bir zihinsel oyundur bu. Bu haftasonu Ankara Trekking grubuyla Yanık Yaylası'na gittim. Geçmişten geleceğe bir not düşmek için şimdi biraz bu etkinlikten bahsedeceğim.




Etkinliğe 39 kişi katıldı. Kazan'a varmadan Serkan Cafe isimli bir yerde çay/börek molası verdik. Burada insanlar komünal yaşam mantığıyla ellerindeki yiyecekleri masaya koydular ve herkes bir şeyler atıştırdı; ben sadece bir parça taş ekmek tabanı yedim. Kızılcahamam'ı biraz geçince solda Kızılcaören Köyü'ne Hoşgeldiniz levhası olan bir yer vardır. Burada inerek 10.20'de yürüyüşe başladık. Aralık ayına girmek üzereyken hava sıcaklığı 20 derece kadardı ve enfes bir güneş vardı; güneşte 25 dereceyi görüyorduk. Ben sadece tek kat bir Decathlon içlikle bütün yürüyüşü tamamladım.




Kızılcaören mezarlığının yanından - orada yatanları birkaç saniye düşünüp - süzülerek geçip ticari toprak yolda ilerledik. Bu köydeki insanlar Balkan göçmenidirler; 93 harbi denilen Osmanlı-Rus harbinden sonra bu Türkler buraya gelip yerleşmişlerdir ve iyi de yapmışlardır çünkü buranın iklimi de Balkanlar iklimi gibi nemlidir. Yürüyüş boyunca, ölmekte olan ağaçların kovuklarındaki capcanlı sarmaşık türü bitkileri görüp bu tezada şaşırdık: Sanki ölümün içinden yaşam fışkırıyor gibiydi, ki aslında buna şaşırmamak gerek; çünkü ölüm, her zaman başka şekillerde bir yaşama dönüşür; çürüyen bir şeyden başka bir şey doğar.




Bu parkurun en güzel yanlarından biri hemen solda akan bulanık deredir ya da durmadan akan bir gümüş dere; dere bazen oyun oynar gibi bir köprü bulup sağımıza geçer ve oradan şırıl şırıl sesleriyle 'ben buradayım' der; o hep bizimle oynar ama biz bunun pek farkında olmayız.




Nazım hocayla arkalarda yürüyorduk; fakat trekkinglerin altın kurallarından biri "Kalabalık gruplarda en önde giden, en az yorulur ve en çok dinlenir!" kuralıdır ve biz de öne doğru geçtik!.. Herkes, kendi temposunda ilerliyordu; aralar epeyce açıldı. Nedim bey öncüydü; Selami bey de artçı. Zaman zaman telsizle görüşüyorlardı. Nazım hoca bir yandan yürüyor, bir yandan 2011 Mart ayı Sarıkamış Kayak kayıtları sayısını artırıyor ve Tayland'ı, Singapur'u, Hong Kong'u anlatıyordu.




İnsan, başını gökyüzüne çevirip de bakmazsa bazen pek çok şey kaçırabilir. Bu parkur boyunca da üzerimizde çok sayıda Kara Akbabalar uçtular. Bunlar Yunanistan, İspanya ve bir de ülkemizde yaşarlar.




Kışa girerken yaz yaşanıyordu ve belki yaza girerken de kışı yaşayacağız, çünkü yaşam bir çelişkiler sokağıdır!.. Sıcak bir havada ilerliyorduk ve yol boyunca onlarca çeşmenin yanından geçiyorduk. Sular gürdü; sanki memleketin bütün çeşmeleri bu yola dizilmişlerdi ve biz de adeta bir müfettiş gibi bu çeşmeleri denetliyorduk.






Ana yemek molası verildi. Ben artık rutine bağladığım bir şekilde haşlanmış patates ve pişmiş yumurta getirdim ve bir domates, bir de salatalık, bir küçük turpçuk. Bunlar fazlasıyla yetiyor; kek de getirdiğim için çayla içtim ve biraz da ceviz. Nazım hoca yiyecekleri evde bıraktığından komünal sistemle beslendi ve fazlasıyla doydu. Bu bölümde çok sayıda kişi tarafından çok sayıda sigara içildi. Bunlar elbette bir doğacıya uygun şeyler değildi. İnsan, iradesiyle bu alışkanlığını bitirmelidir bence; bu alışkanlıktan ötürü ileride sakat kalıp ailenin öteki üyelerine haksızlık yapmak sanırım doğru olmaz!.. Bu yemek bölümünde, Nazım hoca çok sayıda şiir okudu. Yaşamın basitliği ve sıradanlığı, edebiyatın karmaşıklığıyla ve ihtişamıyla süslendi. Yaşam yüzeyseldir; ona derinliği edebiyat katar; ya da şöyle de söyleyebiliriz: Yaşam derindir ama edebiyat onun bu derinliğini bize gösterir, çünkü o bir büyüteçtir, bir mikroskoptur.


Yemeklerini bitiren bir grup yürüyüşe başladı. Acullardan biri olarak ben de yola çıktım hemen. Epeyce bir yokuş çıktık. Ben yol boyunca çok sayıda kuşburnu yedim. Uçaklar, kara akbabaların üzerlerinde uçuyor ve gölgeleri onların üzerlerine düşüyordu!.. Taşlar üzerindeki yosunlara bakarak tabiatın bu harika yeşil elbiselerini kıskanıyorduk. Sonbaharın en güzel görüntülerini ise kırmızılaşmış yapraklar veriyorlardı. Uzaklardan, Ankara dağcılarının kamp yeri Işık Dağı görünüyordu; bölgenin Everest'iydi o; 2040 metrelik cüce bir Everest!.. Artık dönüşteydik; bir çeşit U çekmiştik ve Kızılcaören köyüne doğru ilerliyorduk.




Parkurun en güzel kısmı burasıdır. Uçurumsu bir patika, ormanın kenarından aşağı yola kadar kıvrıla kıvrıla iner; taşlıdır kozalaklıdır ama güzel manzaralıdır. Bu yolda su sarnıçları da vardır. Uzaktan 2 çoban köpeği gördük; blöf yapıp bizi korkutmaya çalıştılar. Tarihi bir çeşme yakınlarında olmamış böğürtlen yendi; hava karardı ve etkinlik sona erdi ve bunun gibi nice etkinlikler sona erecek; başlayan her şey bitecek; yalnızca başlamamış olan bitmez!..




Bir Pazar günü Ankara'da olmamak gerek! Kara Akbabaların gölgeleri üzerimize düşmeli, ellerimiz kuşburnu yemekten kırmızılaşmalı, ayakkabılarımız yosunlardan yeşermeli, komünal yaşamın getirdiği böreklerden - eğer artmışsa - tatmalı, çantamıza tırmanan minik bir karıncaya üflemeli... Yaşamak, farkındalık demektir; bir insan, etrafında olan bitene karşı ne kadar farkındalık içindeyse o kadar yaşıyor demektir. Bir akbabanın gölgesinin üzerine düştüğü delikteki minik tarla faresinin burnunun ucunu görmek... ancak o zaman yaşıyoruz demektir...






Etkinliği düzenleyen arkadaşlara teşekkür ederken, yazımı, yazılarımı her zaman bitirdiğim şekliyle, yani bir müzikle sonlandırıyorum ve yine Fernando Rosas, La Tertulia:










Mehmet Murat ildan

Saturday, November 20, 2010

ADKK İğceler Köyü Yürüyüşü


Bugün 21 Kasım. Üstat Voltaire'in doğum günü. Bu büyük filozof ve yazarı hatırlamak ve anmak bağlamında onun bir sözüyle yazıma başlayayım: L'Homme est libre au moment qu'il veut l'etre! Bir başka deyişle, insan, istediği an özgür olur, onu bir şeye ya da bir yere zincirleyen ta kendisidir.



Bu haftasonu yine Ankara Dağcılık Kulübü ADKK ile doğada özgürce dolaşmanın keyfini ve tatlı yorgunluğunu yaşadık; arabalardan, hava kirliliğinden, karmaşadan, keşmekeşten, AVM'lerden, siyasi haberlerden, şehir hayatı denilen bütün bu absürdlükten ve ucubelikten, kabalıktan ve ilkellikten özgürleşerek güzel bir doğa yürüyüşü yaptık. Şehirde hiç mi güzel şeyler yok derseniz, var tabii; iyi restoranlar ve sanat...
Yürüyüş 8 saat sürdü; 18 km kadar yol katettik. Zaman zaman 1800'lü yüksekliklere çıkıp sonra da 1400'lere inip sonra tekrar çıktık; indik ve çıktık; çıktık ve indik; sanki asansör olduk. Abidin hoca ve Tahsin hocanın çok seveceği türden mukavemet gerektiren, sıkı bir performans yürüyüşü oldu. Yan geçiş, dik çıkış, kütük atlayışı, çarşak inişleri, bataklık geçişleri vs gibi her türden aktivite yapıldı. Ayıların cirit attıkları, her yeri ayak izleriyle damgaladıkları, meyve yemek için ağaçları kırıp döktükleri gizli mekanlardan bile geçtik!.. 24 kilometre zorluk derecesine denk düşen bu etkinlikten şimdi biraz bahsedeceğim.


Etkinliğe bu hafta 8 kişi geldi; Yahya hoca da sabah bir sürpriz yaparak 9. olarak ekibe katıldı; bu arada yeni 4 çeker arabası için de hayırlı uğurlu olsun diyorum; 4 çeker filosuna 2. gemi de katılmış oldu. Ekibin bir kısmı yurt dışındaydı: Ülkü, Küba'daydı; Nazım hoca da Singapur ve Tayland gezisine çıktı; büyük ihtimal turist filleriyle bir tur da atacaktır oralarda!..
Yürüyüş bölgemiz yine, ilk çağlarda Kral Yolu üzerinde bulunan Orta Anadolu Yabanabad bölgesiydi. İlkçağ'da Asya-Avrupa arasında bir geçiş yeriydi burası; göçler, ticari ve askeri seferler Yabanabad üzerinden olurmuş. Kızılcahamam ve civarı, Osmanlılar zamanında Yabanabad olarak anılırmış; zaten 1915'e kadar Kızılcahamam ismi hiç kullanılmamış. Esasen Güdül, Ayaş, Kazan, Pazar, Çamlıdere ve Çubuk, bunların hepsi Yabanabad bölgesiyken Yabanabad sonradan küçülmüş; Kızılcahamam ve Çamlıdere'ye indirgenmiş. Bizim dolaştığımız yerlerde aynı zamanda Hititler de dolaşmışlar. Frigler, Bizanslılar (Doğu Roma İmparatorluğu), Araplar derken 1073'te Oğuz Türkleri (Selçuklular) bu bölgeye gelmişler. 1915'te Kızılcahamam'da kaplıcalar bulununca Yabanabad'ın merkezi Kızılcahamam olmuş.


İğceler, Kızılcahamam'ın 27 km kuzeyindedir; neredeyse tam kuzeyindedir! Sobası tüten kamyoncular lokantası Mevlana'da çorba ya da kalmış çay içtikten sonra Kızılcahamam'ı geçersiniz, sonra meşhur Çerkeş ayrımına gelirsiniz. Buradan sağa dönerek ilerleyince Sey Hamamı ayrımına gelip sola dönersiniz. 2 km sonra Sey Hamamı karşınıza çıkar. Daha ileride de 3 köy vardır. İğceler, Hıdırlar ve Kasımlar; bunlar Üstat Shakespeare'in Makbeth'indeki 3 cadılar gibi birbirlerine yakın üç köydürler; Kasımlar ve Hıdırlar neredeyse birleşmişlerdir.


Bir zamanlar, bu köylerin olduğu yerler meşhur Candaroğulları Beyliği sınırları içindeymiş. Candaroğlu İsfendiyar beyin Kasım ve Hıdır veyahut Hızır diye oğulları varmış. Sanırım bu isimler buradan gelir. İğceler de Oğuz boylarının bir kolundan kalma bir isimdir.


Kral Yolu'nun (Pers Kral Yolu) haritasına bakarsak, bu tarihi yol bölgesinde yürüyüş yaptığımızı görmenin ayrı bir havası oluşur; tarih zihnimizde canlanır. Susa'san Sardis'e kadar uzanan bu antik anayolda Persli kuryeler günlerce haber taşırlarmış, ki bu yolun uzunluğu 2700 kilometredir! Keşke imkan olsaydı da bu yol da Likya Yolu gibi belirgin bir şekilde işaretlenebilseydi ve bu yolu yürüyebilseydik!.. Yol, İzmir'in 95 km doğusundan başlıyor, yani Sardis'ten (Manisa); ileride ise Yabanabad'dan, bizim dolaştığımız yerlerden geçip Perslerin başkenti Susa'ya kadar gidiyor. Bu yolu, kuryelerin 1 haftada bitirdiği söylenir ki pek inandırıcı değildir bu. Müslüm hocayla da konuşurken askerlerin günde 20 km ve atlıların da 80 km gidebildiklerinden bahsetmiştik. Yani 1 haftada bir atlı günde 100 km gitse bile 700 km eder; aynı şekilde kurye ve at değiştirilip geceleri de yol alsalar, 1400 km eder!..


Güzel bir havada, İğceler köyü camisinin yanındaki seyirlik tepeden yürüyüşe başladık. Ben her yürüyüşte bir sonraki yürüyüşü teknik açıdan nasıl daha az sorunlu ve daha çok pratik hale getiririzle ilgilendiğimden yine bazı değişiklikler yaptım! Havalar henüz çok soğumadığından Primus termosları bırakıp evdeki daha hafifçe ve küçük olan termosu aldım. Hortumla su içme olayını ise tamamen bitirdim. Lastik tadı geliyor; insan su mu içiyor araba lastiği mi yiyor belli değil!.. YKM'den bele bağlanan bir bel çantası aldım; 0.5'lik pet şişeyi polarımsı bir kılıfa sarılmış bir şekilde yatay olarak önde çanta içinde taşıyacağım artık; bugünkü pratiklikten çok memnun kaldım. Jale-Şule'nin kendi buluşları olan polar kılıflı dikey su modellerinin yatay bir versiyonu oldu bu; tabii dezavantajı biraz önde yer kaplıyor olmasıdır; ama suyu seven buna katlanacak!..
Ablamın hediyesi olan büyük Nikon fotoğraf makinemi Kültür gezilerine saklamaya karar verdim ve zoom'u pek de iyi olmayan küçük sony makineye teknik zorluklar nedeniyle razı oldum! Yiyeceklere de farklı şeyler ekledim. Bu kez domates vs yanına 2 küçük turp, biraz roko, biraz tahin helvası, 2 küçük salatalık koydum, 1 parça da mercimekli börek; sol cebe leblebi, sağ cebe 1.5 incir, arka sol cebe 1 bonbon şeker, arka sağ cebe 1 küçük cevizli sucuk attım; sakızı da çantadan çıkardım; hep getiriyordum ama hiç çiğnemiyordum; 1 gram ağırlık 1 gram ağırlıktır!..
Şeytan ayrıntıda gizlidir derler; bazen çok küçük şeyler yürüyüşte sorun çıkarırlar!.. Çorabınızda sadece 1 tane küçük diken olsa, yol boyunca sizi ve zihninizi rahatsız eder; durmadan batar durur ve tozluğu çıkarıp dikeni aramak zahmetli olduğundan dikene katlanırsınız! O yüzden evden çıkarken bu tür ayrıntılar halledilmiş olmalıdır. Harun hocanın tozlukları mesela su geçirmezdi sanırım, ama nefes alma özelliği olmadığından içerden müthiş terletir; pantolon da pamuklu olduğundan ıslanır ve kurumaz!.. Tozluk diyip geçmemek, en doğru tozluğu bulmak ve her zaman tozluk takmak gerek.
İğceler köyünde bizi çaya davet eden amcayı selamlayıp, salıncakta sallandıktan sonra patikadan yola koyulduk. Uzaklarda Hıdırlar köyü görünüyordu. İlk kez bu kadar çok kuşburnu olan bir bölgedeydim. Benim buraya ilk gelişimdi. "Aşıklar Yolu" denen yerden yukarı çıkışa başladık. Bu yol kavak ağaçlarının yapraklarıyla kaplanmış, ince uzun, romantik havası olan yumuşak zeminli bir yoldur. Yol boyunca sayısız kuşburnu ağaçları gördük; hareket halinde dahi koparılıp yenebiliyorlardı; ekşimsi tatlarıyla bizi doyurdular.
Sıklıkla meşe ağaçlarının, olgun alıçların, yuvarlak ardıçların aralarından geçtik, seyrek de olsa köknarlar ve mantarlar gördük. Müslüm hoca yol boyunca ahlat, yani yaban armudu topladı; herhalde dekorasyon amaçlı kullanacak. Kuşburnu dikenleri bazen insanı fena yakalıyorlardı, hiçbir yere bırakmıyorlardı. Aldığım teknik ceketi bugün giymiş olsaydım, üzerinde epey bir delik açılacaktı ve ceket yerine süzgeç olarak kullanacaktım ya da kevgir olarak!..
Bir kayalığın üzerinde zirve fotoğrafı çektik. Kasımlar yaylasına ulaştık ve ardından da ilk ana hedefimiz olan Kasımlar göletine geldik. Burada 20-25 dakika kadar yemek molası verdik. Bunlar yapay göletlerdi. Güneş yine, kıpırdayan suda parıldadı; bu ilahi anlar, görsel muhteşemlik anlarıdır. Bu mevsimde halen çiçekler gördük. Hıdırlar yaylasını ve Hıdırlar göletini geçtik. Yüksek bir yerde uzaklarda Işık Dağı'nı görüp sevindik. Sürülere rastladık ve onları ölesiye koruyan köpeklere; hızla fırlayıp giden, rüzgarını dahi yakalayamadığımız çevik bir tavşana; bir orman kamyonuna, dallarında duran 3-5 ekşi sarı elmaya.
İşte bu elma ağacından sonra "Kütükler Yolu"na girdik. Aşıklar Yolu'ndan sonra Kütükler Yolu da bize güzel geldi. Oldukça dik, loş, taşlı, nemli ve hoş kokulu dar bir dere patikasıdır burası; enfes yosunlar vardır ve küçücük şirin mantarlar. Yollarda sürekli devrilmiş kütükler de vardır ve bazen altlarından, bazen üzerlerinden geçmek yorar insanı. Ama böyle kapalı alanlardaki dinginlik, rüzgarsızlık klasik müzik gibi insanı dinlendirir; fiziksel açıdan yorulurken, ruhumuz daha doğrusu zihnimiz dinlenir; burada insanın aklına ne aptalca siyaset gelir ne de yaşamın saçma ihtirasları; burası bir meditasyon alanıdır; düşüncenin, düşünmenin durduğu yerdir.
Yolda zaman zaman yabani maydanoz türü şeyler, domuz kafatası kemikleri gördük. Kavak ağaçlarını görünce yeniden Aşıklar Yolu'na ve de İğceler bölgesine geldik diye sevinirken uzaklardan İğceler camisinin minaresini seçebildik. Hava kararmaya başlamıştı. Olcay nihayet lokomotif ışığı gibi güçlü kafa lambasını kullanabilecekti ve içten içe seviniyordu. Yarım saat, 45 dakikada gideriz derken yolumuz 2 saat kadar daha sürdü. Sadece 3 kişide kafa lambası vardı; esasen kafa lambalarını her zaman çantada hazır tutmak gerekir ki ben ağırlık olmasın diye almamıştım yanıma. Yer yer sık dokulu kuşburnu bölgelerine geliyor ve dikenlerle mücadele ediyorduk. Sanki bizi ellerimizden, belimizden yakalıyorlar, durun gitmeyin, biraz laflayalım diyorlardı!.. Doğanın bu dikenli ellerinde belki de bizim bilmediğimiz tuhaf bir sevgi vardı!.. Ben o an için şöyle düşündüm: Diken de sevebilir; ama yapısı itibarıyla yumuşak dokunamaz!
Hava iyice karardı ve aniden soğudu; ağzımızdan buhar çıkmaya başladı; gerçeklik değişti; ortam belirsizleşti; romantik bir havayla birlikte ürperten gece çöktü. Gece, başlı başına bir maceradır; insanın korkularının büyük bir kısmının da kaynağıdır; mağara devrindeki yaşamlarımızdan genlerimize aktarılmış korkular halen dururlar. Fakat özellikle yazın yapılan gece yürüyüşlerini ben çok severim ve umarım dolunaylı bir gün sabaha kadar sürecek bir gece yürüyüş etkinliği yapılır.
Artık hava 16.20 gibi çok erken kararıyordu. İğcelere varmak, çalılı dikenli, taşlı çarşaklı arazi yapısından dolayı epeyce uzayacaktı. Yönümüzü doğru bir kararla Hıdırlar'a çevirdik; buraya giden patika daha mantıklıydı. Dolunay'ın muhteşem yüzünü ve ışıldayan köy lambalarını görüp mutlu olduk; ağaçların aralarında gizemli kanat sesleri duyduk; türküler söyledik ya da mırıldandık. Müslüm hoca, "Hadi canlarım az kaldı," diyordu; bense - acıkmış olduğumdan herhalde - her seferinde "Patlıcanlarım az kaldı!" şeklinde anlıyordum bunu; yol boyunca dürüm adana kebap diye sayıklayanlar oldu; galiba o bendim!..
Kaptan Ahmet'i arayarak Hıdırlar köyüne gelmesini istedik. Hedef, Hıdırlar camiiydi. Minareyi görüyorduk ama oraya ulaşmak yarım saati aldı. Taştan bahçe duvarları ve aniden yok olan patikalar işi uzattı. Hedefe vardık; gerdirmeleri yaptık; Yahya hocanın tuzlu fıstıklarını yedik ve doğayla dolu geçen bir günü daha geride bıraktık. Elbette, meşhur slogan, "Arkadaş, iyi ki gelmişiz yaw" da içtenlikle tekrarlandı.
Etkinliğin fotoğrafları aşağıdaki linkte mevcuttur:

Yazımı yine bir müzikle sonlandırıyorum, doğanın sakinliğine uygun bir İrlanda Folk Müziği:

Mehmet Murat ildan

Sunday, November 14, 2010

ADKK Karapazar Yürüyüşü

Bugün, Akrep burcunun tarihleri içinde yer alan bir Pazar günü; 14 Kasım. Yeni yıla çok zaman kalmadı; yeni yıl, yeni umutlarla geliyor dörtnala; o da gelecek ve geçecek!.. Kasımın bu güneşli gününde, Ankara Dağcılık İhtisas Kulübü'nün Karapazar yürüyüşüne katıldım. Şimdi bu etkinlikten aklımda kalanlarla geleceğe yeni bir not düşeceğim!.. Yıldız tarihi 2010!.. Etkinliğin fotoğrafları da şu linkte mevcuttur:


Etkinliğe 14 kişi katıldı; epeydir gelmeyen Faruk, Mürsel ve Tevfik hoca da geldiler. Sabah 7.40 civarı Gerede'nin Cankurtaran Mevkii'ne doğru yola çıktık. Sanırım bu bölgede çok fazla trafik kazaları olduğundan, cankurtaran arabaları da fazla sıklıkta geliyorlar buraya; isim de bundan kaynaklanabilir!.. Bu mevkii, bölgede karın ilk düştüğü yerlerden biridir ve erime de en son gerçekleşir!.. Ankara-Bolu Tem otoyolunda ilerleyerek 110 kilometre gittik. 3 yıldızlı Dorukkaya Greenpark otelinin önüne park ettik. Burası Gerede'ye sadece 25 kilometre uzaklıktadır. 14 Plakalı araçlar da çoğaldılar; Bolu zaten 75 km ötedeydi.

Çorbası iyi olmadığından otelde çay içimi yaptık; birkaç otobüs dolusu Japon turistin ve "yerli bayram turistlerinin" arasından geçerek otelin arkasındaki göle gittik. Buraya Kaya Gölü diyorlar. Beyaz Ördekleri ve sudaki yansımalarını seyrettikten sonra otoban tel örgülerinin dışına çıktık; sanki hapisten çıkmış gibi bir anda ormanın sonsuz özgürlük alanına girdik; kokular değişti; huzur, hakimiyetini hemen hissettirdi; gerçek ve güzel olanın; saf ve doğal olanın egemenliğine girdik; yapay dünya geride kaldı. Hava mükemmeldi; tatlı bir güneş ve sıfır rüzgar vardı; ideal bir yürüyüş havasıydı bu. Amacımız, bir ring yaparak Dursun Fakı Köyü yaylalarını ve öteleri gezmekti.

Buralara Şirinler Diyarı da deniyor, ormanda çok fazla ve değişik mantarlar olduğu için. Enfes bir göknar ormanında iyi bir tempoda, çamursuz bir zeminde yürüdük. Susuz dere yataklarından ters yönde akan sular gibi kıvrılarak yukarılara tırmandık; onlarca çekirdeği olan sertimsi kuşburunlarından tattık; küçük su birikintilerinin gümüşsüz aynasında güneşi seyrettik.

Kanlıca Mantarı denen bir mantar gördük. Bu mantara bu ismin verilmesi, yendikten sonra idrarın rengini kırmızılaştırmasından olduğu söylenir. Ben yiyip denemediğim için doğru mu bilemem; bunu öğrendikten sonra yemeyi de pek düşünmem; sarı renkten memnunum!.. Yol boyunca çok farklı çeşitlerde mantarlar gördük. Bu arada aklıma gelmişken söyleyeyim, bu Fakı kelimesi her ne kadar İngilizce'deki müstehcen bir sözcüğü hatırlatsa da Fakih'ten geliyor; Fıkıh Bilgini demek. Anadolu'da okur-yazar ve bilgili imamlara, hocalara diyorlar. Ben şahsen "aydın din adamı" kavramını kabul etmem, çünkü "gerçek aydın" zaten dini, efsaneleri, bu tür çocuk masallarını çok geride bırakmış, aklın ve mantığın, bilimin egemenliğinde olan insandır! Tabii bu gerçek aydın insan, dini geride bırakmıştır ama Tanrı'yı değil, Tanrı'yla yola devam!..

Etkinlik boyunca bize 2 uysal köpek de eşlik ettiler. Yol boyunca her zamanki gibi yüzlerce farklı konu konuşuldu. Mürsel hocanın mantarlı Clint Eastwood filmi, Mustafa hocanın off-road'çulara dair anlattıkları; Müslüm hocanın Kaçkar uçurumları ve saçları diken diken eden yıldırımlı zirveleri, Harun hocanın Kaz yağından nasıl faydalanıldığına dair söyledikleri... Bütün anlatılanlar ses dalgaları halinde uzaya doğru dağıldılar ve kozmik boşlukta nereye kadar gidebileceklerse oralara doğru yola koyuldular. Yalnızca Tahsin hocanın ses dalgaları yoktu! Sesi kısılmıştı; ama rahatsızlığına rağmen, epey bir kısmı da yokuş olan bu iyi tempolu yürüyüşü başarıyla tamamladı; hastayken inişli çıkışlı 16 kilometreyi ağırca bir sırt çantasıyla yürümek dile kolaydır, ama tıbbi açıdan doğrumudur bilemem!.. Çivi çiviyi söker derler, fakat bir çiviyi çiviyle sökmeye çalışın, ne olduğunu görürsünüz, çünkü sökülmez!.. Acil iyileşmeler diliyorum...

Sakinlik ve dinginlik içerisinde bazen ormanın karanlık tünellerine daldık; bazen de, altı sarı üstü mavi yaylalardan geçtik. Bunlardan biri de Yazıkara yaylasıydı. İlerledik. Yüksek bir yerde uzaklardan Karapazar Köyünü gördük. Burada Mustafa hoca bizlere küçük kağıt keseler içinde hazırlanmış "fındık-kara üzüm" karışımı ikram etti; herkese tek tek dağıttı. Bazen de Jale-Şule kaysılarından yedik. Yol boyunca Erol hocanın getirdiği ve yürüyüş sonuna sakladığı kekten bahsettik. Daha sonra Olcay'ın da ev-yapımı kek getirdiğini öğrendik. Köyün yamaçlarında eli tüfekli - daha doğrusu omzu tüfekli - bir çoban gördük. Bu bölgede sonbaharın sarımtırak görüntüleri yoktu; tam tersine her yerde yeşillik hakimdi. Yazdan kalma bir gündü!..

Karapazar köyü, hoş bir orman köyüydü. Doğal ve saf orman balı almak için bu köye gitmeye zamanımız yoktu, ama düşüncesi aklımızdan geçti, ki bu köyde böyle bir üretim varmış. Bir süre sonra yemek molası verdik. Çeşme denilen yerde su kurumuştu. Ben bu kez birkaç isabetli şey getirmiştim. Haşlama patates tuzla çok iyi gidiyor. Bir tane pişmiş yumurta da güzel oluyor bence ve de mutlaka domates! Bence Her Türk Trekkingçisi kumanyasına domates eklemelidir, yabancılar da ekleyebilir tabii! Getirdiğim sıcak ıhlamuru pek içmedim, ama sigara böreklerimi ve cevizli pekmez sucuğumu yedim. Bu tür yürüyüşlerde çok fazla yemek yenmiyor aslında. Yeni aldığım doğa bıçağımı da ilk kez domates keserek kullandım. Gerber marka, 90 lira, güzel, ama biraz ağır ve büyük; çok gerekli mi derseniz, yok derim, çok gerekli değil; yine de çantada bulunsun!.. Hayatta aldığımız pek çok şey gereksiz; ama aldık ve alacağız!..

Her zamanki gibi malzeme işleri yoğun olarak konuşuldu. Şule'nin esnek yeni pantolonu, Bülent'in bastırınca içine gömülen yeni batonları, Olcay'ın 3 katlı sefer tası, Mustafa hocanın çok güzel ve çok amaçlı bıçağı ve daha onlarca malzeme işi konuşuldu. Kar yağınca daha da konuşulacak!..

Güneş yavaştan batmaya başladı; öteki yıldızlar güneşten fırsat bulup kendilerini biraz gösterdiler. 1600 üstü bir zirve yaptık; bayraklı zirve fotoğrafları çektirdik. Elmamızı, cevizimizi, dağ incirimizi yedik; çok fazla tatlımsı şey yedik; bir kıymalı börek ya da kır pidesi olsaydı ya da en iyisi ıspanaklı ev böreği olsaydı müthiş makbule geçerdi!.. Ispanaklı börek bir parti kurup seçimlere girerse, ben oyumu ona veririm ve parti merkezini de her gün ziyaret ederim!
Devasa karınca yuvalarını gördük; köstebek avlamaya çalışan ve sonra da hayalkırıklığına uğrayan köpekleri izledik; yarım Ay'a dönüşen Ay'a, maviden daha mavi olan göğe baktık. Tozluklarımızdan diken topladık; yosunların harika yeşil tonlarını hayranlıkla seyrettik. Adımsayarlarla ne kadar yürüdüğümüzü öğrenip kondisyonumuzu ölçtük ve kendimizi Dursun Fakı'nın bir baz istasyonunun çirkinliğiyle taçlandırılmış (!!), "Çakma-Eyfel kuleli" sessiz köyünde bulduk. Buradan 20 dakika kadar yürüyerek başladığımız noktaya, Dorukkaya oteline döndük. Yolda, otoban kenarlarının tamamen çöplerle dolu olduklarını gördük ve henüz ne kadar cahil ve kirli bir toplum olduğumuzu bir kez daha teyit ettik! Sadece biz mi? Amerikan toplumu da böyle ve Latinler ve ötekiler ve herkes! Dünya henüz küresel cehaleti, görgüsüzlüğü bütün ağırlığıyla taşımaktadır ve yaşamaktadır.

Güzel bir etkinlik oldu; oksijenin kralını aldık ve keklerin kraliçesini! Kekleri yapanlara teşekkür ettik; Erol hocanın komşusuna da ayrıca teşekkür ettik! Ankara'dan sadece 1.5 saat ötede böylesine harika yerler var. İnsan, kendi hapishanesini kendisi yaratır ve onu yıkacak olan yine kendisidir!.. Biz, o hapishaneleri yıkanlardanız; şehir denen fanuslardan fırsat buldukça kaçanlardanız...
Yazımı yine bir müzikle sonlandırıyorum; Fernando Rosas, La Interesada:

Mehmet Murat ildan

Monday, November 1, 2010

Mersin - Tarsus Operasyonu


29-31 Ekim tarihleri arasında, öncülüğünü Profesör Aykut Mısırlıgil'in yaptığı "Ankara Üniversitesi Kültür Gezginleri" grubuyla Mersin-Tarsus etkinliğine katıldım. Aykut hocanın deyimiyle "bu operasyonun" aklımda kalan bölümlerini fazla ayrıntıya kaçmadan bloglarımda değerli okuyucuyla paylaşacağım. Etkinliğin fotoğrafları da Picasa adresimde mevcuttur: http://picasaweb.google.com/ildanmmi

Küçükken Mersin-Tarsus bölgesine gittiğimi hiç hatırlamıyorum, ama mutlaka görmek istediğim bir bölgeydi burası. Görsel hafızama burayı dahil etmek üzere, bizim dağcılık ekibi Şule-Jale-Nazım hocayla birlikte 28 Ekim Cuma akşamı 23.40 civarı hareket ettik. Herbiri 55 kişilik ve neredeyse bir Tır uzunluğundaki 2 otobüsle güneye, sıcak dünyaya yol aldık. 114 kişinin dışında yedekte kalanlar da bir hayli vardı. Adaletli olması açısından güzel bir sistem olan "yer kurası çekimleri" yapıldı; şans faktörüne hiç kimsenin bir itirazı olamayacağından, uygun bir yer belirleme işlemidir bu. Benim yanımdaki müthiş kalorifer, Ateşler Tanrısı Hephaistos'un demirleri eritmesi misali beni sabaha kadar eritti; dönüşte de klima, Buz Tanrısı Auril'i hiç aratmadı!..

Gece karanlığında gördüğüm kadarıyla Kulu-Aksaray-Pozantı hattından Tarsus'a ulaştık. Tarsus, Mersin'in bir ilçesi ve aynı zamanda da Türkiye'nin en büyük ilçesi! Gün boyunca bizi bekleyen yoğun gündeme bakarak önemli bir tarihsel alana geldiğimizi anlayabiliyorduk. Hava güzel ve tazeydi; narenciye kokuları, hassas olmayan burunlara bile ulaşıyordu; bahçelerdeki turunçgillerin görsellikleri de hemen insanı cezbediyordu; nerede bir meyve görsek oraya dadanıyorduk. Kasım'a girerken tişörtlerle dolaşmak pek hoştu, zaman olsaydı denize rahatlıkla girilebilirdi; iklimin ılıman olduğu yerler tarihsel yükselişlere de zemin sağlamışlardır! İnsan, mutlaka böyle ılıman iklimli, güneşin her daim altın gibi parıldadığı yerlerde, sonsuz ufuklu mekanlarda yaşamalıdır; soğuk, sisli ya da yağmurlu ülkelerde değil!.. Tek bir yaşam hakkımız, en büyük aydınlıklar altında kullanılmalıdır.

Operasyon, Tarsus Şelale Otel'de kahvaltıyla başladı; pul biberli zeytinlerin iştah açıcılığıyla ben sıkı bir kahvaltı yaptım. Zeytini olmayan bir kahvaltıya kahvaltı da denmez zaten! Açık pencereden Berdan (Kydnos) çayının sesleri duyulabiliyordu. Tarsus şelalesi şelaleden ziyade bir şelalecikti! Gördüğüm kadarıyla 5 metrelik bir yüksekliği var. Berdan, Arapça "El Baradan"dan geliyormuş ve soğuk anlamındaymış. Bayram olması nedeniyle şelale civarındaki park doluydu. Genç kızlar, kendi çaplarında, imkanları ve dünya görgüleri el verdiği ölçüde süslenmişlerdi. Palmiye ağaçları güneşin altında şemsiye misali duruyorlardı. Genellikle düdük çalınıp otobüslere geçiliyordu. Gezide bize iki değerli hocamız da eşlik ettiler: Fatih Müderrisoğlu ve H. Çetin Arslan. H. Çetin Arslan sanat tarihi uzmanıdır; bizim otobüsteydi, yani Kartal 2 nolu otobüste; Aykut hoca gibi "pozitif" enerjiyle yüklü ve hiperaktif biri; yol boyunca Fatih hocayla birlikte başarılı bir sunum yaptı, güzel espirilerle ortamı neşelendirdi; yandaki otobüse el sallatıp kollarımızı çalıştırdı. Türk Akıncı Beyleri ve Balkanların İmarına Katkıları isimli değerli bir eseri var.

Şelale sonrasında Eshab-ı Kehf denilen yere gittik. Bunlardan dünyada 30'dan fazlası var! Yedi Uyurlar Mağaraları'ndan Türkiye'de Efes'te ve Afşin'de de var ve bir de Lice'de. Bunlar elbette sadece efsanevi şeylerdir. Tarihçi ve arkeolog, bu uydurma efsanenin nereden geldiğini saptamakla ve halkı aydınlatmakla mükelleftir; halk da her duyduğuna inanmamakla!.. Güzellik, görsellik ve tarihsel çekicilik bağlamında ben Efes'teki Yedi Uyurlar mağarasını daha fazla beğendiğimi söyleyebilirim. Tarsus'ta gittiğimiz bu yer merkezden 14 kilometre kadar uzaktaydı. 300 yıl uyuduğu söylenen kişilerin gerçekten uyuyup uyumadıklarını safça düşünmekten ziyade yüzlerce yıldır bu tip şeylere inanarak zihnen uyuyanları düşünüp spiritüel insanın ne denli tuhaf olduğunu bilmek, bu konularda düşünmek daha doğrudur bence. İnsan, inanmamaktan korkar; insanlara inanmamaktan korkmamayı öğretmek gerekir; çünkü inanç gidince başka kapılar, gerçek kapılar açılır; masal, güneşi perdeler; asıl güneş, inancın söndüğü yerde doğar!.. 7 Uyurlar, inançlarını yaşamak isteyen 7 gencin ilginç bir hikayesidir; bunların bazılarının isimleri pek hoştur: Mernuş, Debernuş, Sazenuş!.. Hıristiyan versiyonundaki isimler farklıdır, ama onlar da güzeldir. Encülüs Dağı eteklerindeki bu bölgede biraz gezdik. Abdulaziz'in annesinin yaptırdığı caminin yanından geçip oradan ayrıldık. En üstteki fotoğrafı da Yedi Uyurlar Mağarası'nın içinden çektim. Bu fotoğraftaki üç şerefeli minare oraya sonradan yapılmıştır ve bence ilk ciddi depremde gidicidir!..

Yeni durağımız Tarsus müzesiydi. Bir müze kartı çıkarttığım için gittiğim her müzede bana kartın sorulmasını arzuluyordum ki bu gezide sadece 2 kez sordular! İnsan bir iş yaptığında onun boşa gitmediğini görmek ister ve bu bir çeşit mutluluk kaynağıdır! Cennet Cehennem mağarası girişinde de kartımı gösterme mutluluğunu yaşadım!!.. Tarsus'un her yeri gerçekten de tarihti! Sanki tarih, gökten bu ilçenin üzerine yağmış ve yığılmıştı. Meşhur Kleopatra'nın meşhur kapısına gittik. Burası denize bakan iskele kapısıdır. Kraliçenin, general sevgilisi Antonius'la birlikte bu kapıdan şehre girdiği rivayet edilir. Buraya General Antonius kapısı denmemesi de Kleopatra'nın Antonius'tan daha ünlü ya da daha havalı olduğunu gösterir diye naçizane düşünmekteyim!..

Kültür Gezginleri olarak o kadar kalabalık bir gruptuk ki geçtiğimiz her yer bir anda doluyor, neşelenip karışıklaşıyordu! Sanki su gibiydik; nerede boş vardak varsa dolduruyorduk, dolu bardakları da taşırıyorduk. Sağa dönüyorduk tarih, sola dönüyorduk tarih! Bu etkinlikte en beğendiğim yerlerden biri de Gözlükule höyüğüne yakın bir yerde olan Tarsus Amerikan Kolejiydi. Binaları ve bahçesi pek güzeldi; bir kolejin ya da üniversitenin binaları ne denli klasikse o denli güzeldir bence. Klasik olan, en güzel olandır; modern olan çirkindir, yani genellikle! Bahçede Atatürk'ün şu sözü yazılıydı: Yaşamak demek, çalışmak demektir! Okulu Hıristiyan misyonerler kurmuşlar ve de iyi yapmışlar! Her kim bir okul kurarsa, ama içinde boş inanışlar değil de bilim öğretilen bir okul, o kişi ya da kişiler doğru yapmış demektir.

El işleri satan yerel kadınların yanından geçerek bir kiliseye girdik. Tanrı inancımı korumakla birlikte dini inanca sahip olmayan birisi olarak yine de kiliseleri her zaman beğenmişimdir. Kiliselerdeki oturma yerlerini, özellikle mantık ve evrimsel açıdan daha gelişmiş, daha medeni buluyorum. İnsan bir yere, bir yapıya gitti mi, orada oturacak, sırtını dayayacak bir yer olmalı!..

Şehrin içinde dolaştıkça acıkmıştık ve bu kez Anadolu Sofrası isimli lokantaya, kültürel olmasa da "biyolojik" bir ziyaret yaptık! Adana Kebap yedik; manda yoğurdundan tadıp bıraktık; çay içtik, cezerye yedik! Kültür Gezginlerini 1974 yılında kurmuş olan Aykut hocanın dediği gibi bir gezginin ilk görevlerinden biri kahvaltıyı sağlam yapmaktı; her şeyin temeli kahvaltıydı!.. Kahvaltı sağlamsa, gerisi teferruattır! Ama adana kebap da fena bir teferruat değildi; biraz Urfa kebabı andırıyordu; pide ekmekler güzeldi; biz bir ekmek toplumuyuz; ben makarnayı bile ekmekle yerim; ekmeği bile ekmekle yeriz!..

Yemek sonrası Antik Yol'a gittik; bir zamanlar İmparator Jül Sezar'ın ve üstat Çiçero'nun da yürüdüğü bir yoldur bu. Buradaki harika kanalizasyon sistemlerine hayret edilmesine ben de hayret ettim; bizler, o eski zamanlarda yaşayan bazı insanların oldukça zeki olduklarını hep unutuyoruz, çünkü hep kendimizi zeki sanıyoruz, çünkü kibirliyiz!.. Çok eski zamanlarda, henüz Dünya dümdüz sanılırken, sadece oturduğu bir kaldırım taşından Ay'a bakıp, oradaki gölgenin yuvarlaklığından Dünyanın da yuvarlak olduğunu düşünecek kadar dahi insanlar vardı o çağlarda!.. Bu ören yerinde, doğumgünü 29 Ekim olan yerel bir rehberden bilgi aldık, Aykut hoca onun doğumgününü spontane bir şekilde şampanya açarak kutladı. Fatih hoca ve Çetin de ek bilgiler veriyor, genç rehberin sözünü fazla kesmek istemiyorlardı. Rehber, ya bizi sevdiği için ya da işi az olduğundan ilçedeki pek çok yere bizimle geldi, ek bilgiler verdi.

Modern Tarsus'un tam ortasındadır bu antik yol; siyahımsı bazalt taşlarla döşenmiştir. Bu bölgedeki kazılara devam edilmesi gerekiyor; çevredeki çağdaş binalar kazıya bir engel teşkil ediyorlarsa, o çağdaş denilen gerçek harabeler ve hakiki ucubeler yıkılmalıdır! Tarihi açığa çıkarmak modern Türkiye'nin hem beşeri misyonu hem de etik görevidir! Tarihi, barajlara, yeni binalara boğdurmak ahlaki bir davranış değil ilkel ve ahlaksız bir davranış olur.

Antik yolu geride bırakıp önemli bir tarihi şahsiyet olan Aziz Paulus'un Kuyusu'na gittik, ki buranın çevresi Aziz Paulus'un evi olarak da bilinir. Kuyunun derinliğinin 30 metre olduğu söylenir!.. Suyu Kutsaldır; daha doğrusu buna inanılır!.. Tarih, gerçeklerden ziyade inanışların, yanılgıların, algılama hatalarının tarihidir! Bu tür gezilerde tarihi mekanı sade bir şekilde fotoğraflamak için ya en önde gitmek ya da mekandan en son çıkmak gerekir. Bu tür önemli tarihi yerlerin çevresini kamulaştırmak da lazım.

Müzelerin bahçeleri benim çok hoşuma gitti; karşınıza aniden lezzetli siyah üzümler çıkabiliyordu. Eski Tarsus evlerinin arasından geçerken hoş bir sürpriz bizi karşıladı. Üst katta saksafon çalıyordu; bir müzik kursunun hocası bir anda 114 seyirci buldu; genel istek üzerine 3-4 kez çok güzel parçalar çaldı; jazın büyülü dünyasına bizi alıp götürdü. Tam karşı pencerde duran sarışın bir kadın da köpeğiyle bu müzik ziyafetini izledi ama köpeği daha çok yerdeki serçelerle meşguldü! Bu arada YouTube da açılmış; hayırlı olsun!.. Kapatmak ilkel bir karardı ve eğer yine kapanırsa yine yeni bir ilkellik olacaktır bu!..

Sokak sokak dolaşıyorduk. Tarsuslu yılan kadın Şahmaranın heykeline rastladık. Sanırım Türkiye'de başka da Şahmaran heykeli yokmuş. Efsanedeki süt beyaz vücutlu "kadın-yılan" ya da "yılan-kadın," heykelde siyahtı!.. Şahmaran, yılanların şahı demekmiş. Yılanları sevmeyen birisi olarak bu doğaüstü mitolojik figürü çok fazla incelemedim. Rotamız Makamı-Şerif camii ya da Daniyal peygamberin mezarıydı. Daniyal peygamber, daha doğrusu peygamber olduğu iddia edilen Daniyal, bir kıtlık zamanı Tarsus'a geldiğinde kıtlık sona ermiş ve ölünceye kadar Tarsus'ta kalmış. Berdan nehri onun mezarının üzerinden geçer; mezar yerini saklamak için özellikle böyle yapıldığı söylenir. Eğer orada bir naaş bulunursa DNA testleri ve bütün öteki bilimsel incelemeler mutlaka yapılmaldır. İnanç, bilimle test edilmek zorundadır. Bilimin çıtalarını geçemeyen hiçbir inanç gerçeklik kazanamaz, sadece güzel bir efsane olarak kalır. Efsaneleri severiz, ama onları test de etmeliyiz. İnanç bilimle doğrulanırsa o zaman zaten inanç sıfatını da yitirir, bir bilgiye dönüşür. Şeytanın bilimsel ispatını yaparsanız artık şeytan'a inanmak diye bir şey kalmaz; o zaten odur! "Uçakların uçtuğuna inanıyorum," demeyiz, çünkü onların uçtuğunu biliriz. Tevrat'ın Yahudi peygamberi Daniyal'ın kendisinin de bilime düşkün olduğu rivayet edilir.

Zaman, Göksu çayı gibi hızla akıp gittti. Kuş satıcılarının ve fakir çocukların arasından, saat kuleli Ulu Cami'ye gittik. Şit peygamber ve Lokman hekimin makamlarını gördük; yetkililerden bilgi aldık; dua edenleri izledik. Kırkkaşık Bedesteni isimli minik kapalı çarşıyı gezdik. Yavaş yavaş hava karardı; dünya zencileşti; yağmur serpiştirdi; rüzgar, yaprakların yerlerini değiştirdi; yapraklar buna itiraz ettiler, ama itirazları kabul edilmedi; Ermeni anıtı önünde fotoğraflar çekildi.

Artık şehrin doğusundaydık ve harika Justinianus Köprüsüyle karşılaştık. Köprüler eskiden de paralıymış; bu köprüden geçenlerden Bac yani vergi alınırmış, o yüzden Tarsus'ta bu köprüye Bac köprüsü de denir. Bizim modern köprülerin ismi ise Zam köprüsüdür!..

Gecenin karanlığında Nusrat (Nusret) Mayın Gemisi'ne rastladık!.. İstanbul taraflarında olması gereken bu şöhretli savaş gemisi buradaydı! Yoksa Çanakkale Zaferi de mi Tarsus'ta olmuştu? Tarsus belediyesine bu gemiyi müze haline getirdikleri için teşekkür etmek gerek. Tarihini korumayan bir ülkeye ülke denmez!.. Koskoca antik kentleri 1-2 bekçiyle komik bir şekilde koruma altına almış bir Kültür Bakanlığının Bakanı, gerekli parayı her şart altında bulup oraları böyle laubali bir şekilde değil de ciddi bir şekilde korumak zorundadır; ya koru ya da git!.. Tarih, laubaliliği kaldırmaz; Türkiye'nin oraları koruyacak kadar parası ve kaynağı fazlasıyla var. Mersin limanında batan Nusrat Mayın Gemisi oradan parça parça alınıp Tarsus'a getirilmiştir ve bu konuda hizmeti geçenlere teşekkür bizim borcumuzdur.

29 Ekim dolu dolu geçmişti; Mersin Büyük Yalçın Otel'de kalıyorduk ve temiz, güzel bir oteldi; otelde her gece bir düğün oldu!.. Düğünleri sevmeyen birisi olarak ben, düğün-dışı ortamda olmaktan memnundum; ana asansör dolu olunca yedek asansöre giderken birkaç kez düğünün içinden geçmek zorunda kaldım ve de kaldık; Çetin'in hep söylediği gibi: Hayırlı olsun!.. Otelin terasından Mersin'i seyrettim. Çok güzel bir havası vardı. Kasıma girerken bu temiz ve enfes havanın önemini Mersinlilere anlatabilmek için onları Gökçek'in Ankara'sına, Erbakan'ın Konyası'na götürmek gerekir!.. Bir şeyi kaybettirmek lazım ki değeri anlaşılsın!..

Yollarda yerlerde oturan düşünceli davulcular gördük. Sabah deniz kenarındaki parka gittik. Eli güvercinli ve güllü kadın heykelinin yanından geçip Atatürk Evi'ne girdik. Tavanların yüksekliğinden kaynaklanan ferahlığı ve kaliteli klasik eşyaların verdiği "yükseklik duygusunu" yaşadık. Palmiye ağaçlarının tepesinden aşağıya "şans" döken serçeleri izledik ve mendillerle ellerini başlarını ve saçlarını bu yeşilimsi talihten temizleyenlere gülümseyerek baktık! Ben bu müzede özellikle Atatürk'ün nüfus cüzdanını inceledim.

Bir mekandan ötekine geçerken zaman zaman cevizli sucuk, havuç tatlısı, irmikten yapılma Kerebiç gibi tatlılar alıyorduk. Ama köpüklü kaymağa buladıkları için ben Kerebiç yemedim; köpüklü kaymak değil de gerçek yoğun kaymak olsa yiyecektim!.. Bir Ortodoks kilisesinin zenginliği içerisinde mum yaktıktan sonra liman tarafına indik; güneşin denizdeki muhteşem ışıltılarını seyrettik. Mersin'i beğendim; yaşanılabilecek bir şehir; elbette kenti güzelleştirmek için daha yapılacak çok şeyler var. Mersin Üniversitesi de harika bir manzaraya sahip! Deniz kenarındaki balıkçıları bir süre izledikten sonra Atatürk parkını geride bıraktık.

Yönümüz Kanlı Divane denilen yere doğruydu. Canytellis, sanat tarihçimiz Çetin'in de dediği gibi görkemli bir yerdi. Herkesin yolu buraya pek düşmez. Cennet Cehennem tarzı bir çöküntüsü ya da obruğu vardı. Silifke'deki bu antik kentte dolaşırken yeni fotoğraf makinemin baterisi bitti! Kraliçe Aba'nın anıtsal mezarı bateri kurbanı oldu!.. Sadece Aba değil ünlü Kız Kalesini de fotoğraflayamadım. Bu kaleye 5 lira vererek 15 dakikada tekneyle geçiliyor; teknenin epeyce sallanmasından korkan bir çocuğun biraz komik hali ve atılan birkaç çığlık halen aklımda! Bu anı fotoğrafla saptayabilirdim! Profesyonel davranıp çift pille gelmek gerektiğini artık söylememe gerek yok. Fakat ne kadar plan yaparsanız yapın, hayat hep sizden bir adım öndedir; hayat bizden zekidir, en azından şimdilik!..

Akşam, bizim 4 çeker ekibin Arthur Schopenhauer hayranı olan kısmı, Nazım hoca, arkadaşlarıyla Frederic François Chopin etkinliğine kısacası Şopen resitaline gitti. Ekibin geri kalan kısmı Mersin sokaklarında avare dolaştı. Mersin eski meyve haline girdik; meyve aldık; Türkiye'nin en büyük gökdelenlerinden biri olan 52 katlı yapıya kadar yürüdük. 33 Numara denilen bir düğün salonu daha gördük ve Mersin'de herkesin evlenmekle meşgül olduklarına kanaat getirdik, Hayırlı olsun! Zaman zaman Yalçın Otel'in terasından havaifişekleri seyrettik. 30 Ekim de böylece bir daha gelmemek üzere ya da başka bir kılıkta ve başka bir yüzle karşımıza gelmek üzere geçmişe karıştı.

Pazar sabahı Uzuncaburç'a hareket ettik. Silifke'nin 30 km kuzeyindeki bir sit alanıdır burası. Pek fazla bilinmez. Torosların üzerindeki bu yere araçla epeyce tırmanılarak gelinir; müthiş bir havası, hoş bir doğası vardır; Diocaesarea'da uzunca bir vakit geçirdik. Her yer organik bakkal gibiydi! Sağa dönünce kırmızı elmalar ağaçtan size bakarlar, sola dönünce de tatlı siyah üzümler buraya gel derler! Ura krallığının ibadet yerinde üzüm yiyerek dolaştık. Bu etkinlikte, epeyce zamandır görmediğim Salim hocayla Fatma da vardı; onlar da üzümü yediler ve bağını sormadılar, çünkü zaten bağ oradaydı.

Uzuncaburç müthiş dingin bir yerdi; içinde uzunca zaman harcanacak bir mekandı. Sumak, nane, kuru üzüm ve nar ekşisi satan köylülerle fotoğraf çektirdik, halkımızla bütünleştik!.. Tapınak sütunlarındaki kırmızı boyalar aklımızda yer etti. Şans Tapınağına da gittik; dilekler tuttuk; sanırım ben Volkswagen Touraeg dileğimi, daha az yaktığı için Tiguan'la değiştirdim ve Tanrılara sipariş ettim! Yeraltı kilisesi, Aya Tekla ya da Azize Thekla derken, ayağı burkulan birinin acılı telaşını izlerken, kendimizi Silifke'nin Taşucu'ndaki yapayalnız Deniz Kızı heykeli önünde bulduk. Yol boyunca deniz kenarından ilerlerken pek çok "çok-katlı" evler gördük; bunların hemen hepsi deniz manzaralı evlerdi ve yazlık olarak kullanılıyorlardı. Akşam güneş batarken dahi Taşucu'nda denize girilebilirdi. Keskin gözlerle baktık ama karşıdaki Kıbrıs'ı göremedik!.. Bu deniz kızı heykelini, trafik kazasında yitirilen değerli Profesör Tankut Ötkem yapmış. Danimarka'dakinin fotoğraflarını görmüştüm; bu heykelin ondan daha güzel olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

Yoğun bir kültürel etkinlik oldu; Üçgüzellerin, daha doğrusu Üçtombulların yurdu Narlıkuyu'daki lezzetli levrek balığını düşünürsek de güzel bir "yemek etkinliği" de oldu. Fatih beyin doyurucu bilgileri, Aykut hocanın sıcakkanlı evsahipliği ve sanat tarihi uzmanı Çetin'in pozitif yaklaşımıyla, detaylı anlatışıyla başarılı bir etkinlik gerçekleşti. Herşeyi güzelleştiren de çirkinleştiren de insandır, insanoğludur. Güzelleştirenlere rastladığımız her zaman kendimizi şanslı saymalıyız. Biz, bu gezide kendimizi şanslı saydık. Bir gün yeniden, Narlıkuyu koyuna bakarken levrek yeme dileklerimle... Zamanın çarkı hızla döner ve insan bazen yeniden aynı yere gider!..

Mehmet Murat ildan

Wednesday, July 14, 2010

Dünyanın 4. Büyük Mağarasına Yolculuk


2010 yılının 16-17-18 Temmuz günleri arasında, çok uzun zamandır gitmeyi planladığım Küre Dağları bölgesine nihayet gitme fırsatını bulabildim; burası dünyadaki 200 ekolojik bölgeden biridir ve doğaseverler ya da macera arayanlar tarafından mutlaka görülmesi gereken bir bölgedir.

Aşağıdaki fotoğrafta, Horma Kanyonu 2. kademeye çıkışımıza yardımcı olan ve daha ötelere gitmemiz için bizi teşvik eden Bartınlı Fikri bey görülmektedir ve yukarıda da ağaç dallarına tutunarak bir uçurum yan geçişi yapıp kanyonun 2. kademesine girişimiz görülmektedir. Buralarda fotoğrafı ancak tek elle çekebildik, çünkü öteki el dala tutulu kalmalıydı!..


Batı Karadeniz'de yer alan Küre Dağları bölgesi Türkiye'nin en az el değmiş ve bu nedenle de en çok korunmuş, en vahşi bölgelerinden de biridir aynı zamanda. Bunca yıldır doğada dolaşan biri olarak ilk kez burada, uzaktan da olsa bir ceylan gördüm; arabadaydık, yolda öylece durup bize bakmıştı. İlk kez bu denli çok canlı çeşitliliği olan Amazonsal bir ormanda, kelebekler arasında yürüdüm.


Aşağıdaki fotoğrafta Sümenler Köyü Kazla mahallesinden yerel rehberimiz Ümit Öksüz görülüyor; Ilgarini mağarasına bizi o götürdü; bölgeyi iyi biliyor, çünkü o civarların çocuğu. Telefonu da şöyle: 0531 409 76 67. Biz bu rehberi Park Ilıca'daki Osman bey aracılığıyla bulduk. Mağaradaki ayrıntılar bağlamında çok fazla bilgisi yoktu, ama yolu iyi biliyordu. Çiçek isimlerini öğren dediğimizde "O kız işidir," şeklinde bir yanıt vermişti; eğer orada rehberlik yapmayı düşünüyorsa ileride bunları da öğreneceğinden eminim.
Buralarda bir de Kör Ali lakaplı bir rehber varmış, ama biz onu hiç görmedik, fakat ünlü olan, tecrübeli olan, bölgenin her yerini bilen rehber buymuş.



Bölgeden haberdar olmam, bir kayıp haberinden sonra olmuştu; sanırım 9 yıl kadar önce, 2001 yılı Ağustos ayında 5 İstanbullu dağcı bölgede bulunan Valla Kanyonu'na girmiş, onlarla bağlantı tamamen kesilmiş ve 5 gün sonra kanyondan çıkabilmişlerdi!.. Kanyonun tamamı sanırım 4 yıl kadar önce geçilebildi.



1994 yılında kaybolmaların ilki yaşanmış, İTÜ'lü 4 öğrenci kaybolduklarından 14 gün sonra Cide'den çıkmışlardı. O günden bu yana Valla ismi zihnimin bir köşesine yerleşmişti. Birazdan, bölgeye dair izlenimlerimi değerli okuyucuyla paylaşacağım. Bu keşif etkinliğine Nazım hoca, Jale, Şule ve ben katıldık. Sağlam bir ekipti; zamanlamalara çok güzel uyuldu; 7.45'i kahvaltı saati olarak kararlaştırdığımızda 7.45'te herkes orada oluyordu. Zorlu aktiviteler bitinceye kadar alkol alınmadı. Uyum ve disiplin, espiriler ve özgürlük içerisinde keyifli bir etkinlik yapıldı; performanslar da iyi düzeydeydi. Aşağıdaki fotoğrafta Park Ilıca çalışanı Osman Sargut solda görünmektedir.



Yazımın sonunda okuyucuların bölgeye dair önemli ölçüde bilgi edineceklerini ve bölgeyi zihinlerinde renkli bir şekilde canlandırabileceklerini düşünüyor, insanların bu bölgeye gitme arzularının fitilini ateşlemeyi de umut ediyorum. Ankara Dağcılık Kulübü ADK ekibi olarak da Park Ilıca'da "kalmalı" ve "bölgeyi keşfetmeli" bir etkinlik düzenlenebilir; Tahsin hoca için de orada güzel bir mangal yeri var ve her gece mangal yanmaktadır!.. Romalılar, mezar taşlarına şöyle yazarlarmış: Siste Viator! Dur Yolcu anlamına gelir bu. Ben de bu yazıyla "Dur Yolcu!" diyorum, buraları görmeden geçme!.. Siste Viator!..




Hayal gücü bir hayli yüksek olan ve geleceğin icatlarına dair isabetli öngörülerde bulunduğu için "Bilim Falcısı" olarak da bilinen üstat Jules Verne'nin 1864 yılında yazdığı Arzın Merkezine Seyahat isimli bir kitabı vardır. Kitapta genç Axel, amcası Profesör Lindenbrock'la İzlanda'daki bir yanardağdan rehberleri Hans Bjölk'le birlikte içeri girerek dünyanın merkezine doğru bir yolculuk yaparlar. Birazdan anlatacağım ve üstte fotoğrafını verdiğim Ilgarini mağarasının girişi de insana böyle bir duygu verir; sanki orası Arzın Merkezine açılan gizemli ve dev bir kapıdır!.. Biz, o dev kapıdan içeri girdik; bu yazı, o kapının ve başka kapıların bir öyküsüdür. Yaşam, kapalı kapıları açtıkça, şehirlerden, o aptal beton yığınlarından, sığlaşmış şehir yaşamından kaçtıkça, derinliğini yitirip ruhsuzlaşmış, robotlaşmış çıkarcı şehir insanlarından, bütün o yapaylıktan, ihtiras çamurları içine gömülmüş sözde modernlikten uzaklaştıkça güzelleşir. Ruhun (Yani zihnimizin) ve bedenin kurtuluşu doğadadır. Şehir çürütür; doğa canlandırır!.. Hiç kimse şehirde dirilemez; şehir, yalnızca zombiler, yaşayan ölüler, yaşamayan robotlar yaratır!..



16 Temmuz Cuma günü saat 10.30'da, neredeyse bütün trekking malzemelerimizi, kasklarımızı, batonlarımızı, kafa lambalarımızı, bandanalarımızı, kene ve sivrisinek kovucu spreyleri, tozlukları yanımıza alıp Ankara'dan yola çıktık; otobana Nazım hocanın taze KGS kartı ile girerek Gerede'ye gittik. Gerede 113 km uzaklıktadır. Gerede'den, her gördüğümde bana 18. ve 19. yüzyıllardaki Sanayi Devrimi'nin çirkinliğini anımsatan fabrikalarıyla ünlü Karabük'e geçtik; bu da 80 km kadardı. Oradan 8 km daha gidip Safranbolu'ya ulaştık. Karabük'le Safranbolu artık birleşmişler gibi bir şeydi. Safranbolu'da kısa bir gezinti yaptık, Cinci Han'ın ve Lokumcuların önünden geçip hem yemek yemek ve hem de kıymalı börek tadındaki Safranbolu Bükmesi'ni tatmak üzere Kadıoğlu Şehzade Sofrası'na gittik. Yemek yerken sağanak yağmur başladı. Yemeği bitirdiğimizde yağmur da bitti. Cevizi ve yufkası fazla kızarmış ev baklavasından pek memnun kalmadan; çifte kavrulmuş lokumu dönüşte almak üzere yola koyulduk. Nazım hoca rejim yaptığından salata çorba türü şeyler yedi ama çoğu kez de rejim yaptığını unuttu!.. Yol boyunca, "Jale ve Şule yapımı" peynirle yoğrulmuş dereotlu poğaçadan, daha doğrusu lezzetli çörekten yedik. Gökyüzü, dünyanın en yetenekli ressamlarından biridir; aşağıdaki resmi o çizdi!..


Bir sonraki durağımız hindi üretiminde meşhur olan Eflani'ydi. Eflani'ye ulaştık ve şehrin meydanındaki güzel bir hindi heykelini geride bıraktık. Eflani'den Pınarbaşı yönüne doğru ilerledik. Pınarbaşını da geride bırakıp Şenpazar'a giden karayolunda kuzey doğuya doğru bir müddet daha ilerledik; bir süre sonra Valla Kanyonu'yla Ilıca Şelalesi'ne giden yol ayrımına geldik. Biz, Ilıca'ya doğru yani sağdan aşağıya devam ettik.



Ormanlık vadiden inişte heyecan başlar; her yerde ceylan, ayı türü yaban hayatı levhaları vardır. Ilıca köyüne inmeden önce uzaklardan muhteşem Valla Kanyonu görünür; kuzeye doğru Cide'ye kadar uzanır bu kanyon. Ürkütücü bir görüntüdür; sanki dağ ikiye ayrılmıştır, ortadan ikiye yarılmıştır. O iki uçtaki uçurumun arasına camdan bir köprü yapılabilse, dünyanın en ürkütücü cazibe yerlerinden biri yaratılabilir. Biz, vadiden aşağıya inip "Ilıca I" yazan köprüye yakın yerdeki tesise girdik. Köprüyü geçmeden hemen sağdadır bu tesis.


Bu gidiş yolunun bir de Kastamonu üzerinden alternatifi vardı; fakat o seçenek biraz daha uzundu. Bu güzergahta Ankara-Çankırı-Ilgaz-Kastamonu-Azdavay-Pınarbaşı-Ilıca yapılır. Ilıca Şelalesi, bizim bu etkinlikteki ilk hedefimizdi. Küre Dağları Milli Parkı sınırları içindeki Park Ilıca isimli bir tesiste önceden yer ayırtmıştık. Burada toplam 14 tane bungalow ahşap kulübe vardır; bunlar dublekstir; tek katlı olanları da vardır; yataklar temizdir, 100 derecelik sıcak su vardır!.. Önceden yer ayırtmazsanız haftasonu yer bulamayabilirsiniz. Ücreti, gecelik 45 lira kadardır. Biz, 2 geceliğine yemekle ve kahvaltıyla beraber kişi başı 125 civarında bir şey verdik; oldukça hesaplı ve stratejik bir yer. Orası merkez üssü yapılıp pek çok noktaya gezi düzenlenebilir.


İlk aşamada bu tesisin yakınlarını keşfetmeye karar verdik. Ilıca köyünde bir Roma dönemi Ayazma'sı varmış. Ayazma, Rumların kutsal saydıkları kaynak veya pınara verilen bir isimdir. Ayazama'yı ancak Pazar günü görme olanağı bulduk. Uzakta bir yer sanıyorduk ama yattığımız yerden sadece 3 dakika uzaklıktaymış; içindeki suyun sıcaklığı 23 derece kadardır!.. Bu sözcük hoşuma gitmişti. Köken itibariyle Hagi'dan geliyor, aya diye okunuyor ve kutsal demektir "aya." "Ma" ise su anlamına geliyor. Ayazma! Kutsal Su!..


Bölgenin turizmden henüz yeterince faydalanmıyor olması bir açıdan bu bölge için bir şanstır. Dünya Doğal Hayatı Koruma Vakfı WWF (World Wildlife Fund) Avrupa'da korunması gereken 9 sıcak noktadan biri olarak Kastamonu Bartın arasındaki 37 bin hektarlık Küre Dağları Milli Parkı'nı saptamıştır. Onların web sitesi de şudur: http://www.wwf.org.tr/ Zaman zaman bu siteye girip projeleri incelemek güzeldir.
Aşağıdaki fotoğraf, yürüdüğümüz yerlerdeki sık bitki örtüsüne iyi bir örnek teşkil ediyor; insan, otların, çalıların arasında kaybolabiliyor. Arılarla, kırkayaklarla, koca koca böceklerle ve neşeli kelebeklerle içiçe yapılan bir yürüyüşü vardır buradaki ormanların.

Yukarıda bahsettiğim vakfın amacı Dünyanın en değerli yaşam alanlarını korumak olduğuna göre bizim gittiğimiz bölge de yeryüzünün en değerli yaşam alanlarından biri demekti. Küre Dağları dediğimiz şey 300 km uzunluğunda bir bölgedir; mağara ve kanyonlar açısından da ülkemizin en zengin alanlarından biridir.
Bu civardaki ekosistemde 675 bitki türü yaşıyor. Bu sadece saptanmış sayıyı belirtiyor; eminim ki gerçek sayı çok daha yüksek. 100 kadar bitki türü de endemiktir, yani sadece o bölgede yetişir.

Buranın "Sıcak Bölge" ilan edilmesi 1998 yılında gerçekleşmiş, ondan sonra Milli Park ilan edilmiş, ki bu da bizim açımızdan bir ayıptır; bu bölgeyi korumak, bizim kendimize ve insanlığa karşı bir görevimizdir; eğer ahlaklı bir toplumsak buraları koruruz, ahmak ve ahlaksız bir toplumsak buraları yok ederiz; tarih, toplumları neyi nasıl koruduklarıyla da yargılar ve sonsuza dek mühürler; tarihin dövmesi kalıcıdır, silinmez!.. Avrupa'nın Acil korunması gereken 100 ormanından birini, birileri bize "koruyun!" demeden bizim kendiliğimizden korumamız gerekirdi. Bu bölgenin göknar ve kayından oluşan ormanları bilge ormanlardır; Avrupa'nın en yaşlı, en çok görmüş geçirmiş ormanlarındandır.




Cuma günkü programımız temelde, doğal jakuzileri olan Horma Kanyonu'nu keşfetmek ve Ilıca Şelalesi'nde yüzmekti. Kanyonun içinden geçen çayın ismi Zarı çayıdır. Kaldığımız tesise yürüyerek 20 dakika mesafede bu kanyonun sonuna, yani bitiş noktasına varılır. Şelale, kanyonun bitiş noktasıdır. Kanyon 4 km uzunluğundadır; içinde 7 şelale yani 7 kademe vardır. Su, taşlardaki kireçleri aşındırmış ve kanyon boyunca pek çok çukur ve kazanlar oluşmuştur. Normalde Horma Kanyonu'nu geçmek için teknik malzeme gerekir. Çekiç, makara, can yeleği, duvar sabitleme işleri için bolt denilen özel çiviler, karabina denilen kilitli çelik halkalar vesaire şeklinde uzunca bir malzeme listesi lazımdır. Kanyonun başlangıcından girilirse bazıları 20 metreyi bulan ip inişleri gerektirir. İp inişleri derin sulara yapılıyor. Bu tür aktivitelerde kanyonu daha önce geçmiş insanlarla irtibata geçmek de akıllıca bir iş olur. Bir işi sizden önce yapmış olanların deneyimlerinden ve teknik raporlarından yararlanmak her zaman zekice ve doğru bir davranıştır. Kanyonun uydu görüntüleri, topografik haritası gibi ayrıntılar sürprizleri önleyebilir. Elbette kanyonun derinliklerine inildikçe psikolojik sağlam duruş da gereklidir ve belki de en önemlisi budur; bazı yerlerde 2 metrelik boşluklar olur, buraya makara kurulup karşıya geçilir. Kapalı su koridorlarında güneş olmadığından sular çok soğuktur.



Biz bu teknik işlerin sıkıcılığından uzakta kalıp, kanyonda teçhizatsız, kasksız ne kadar ilerleyebilirsek kardır mantığıyla yola çıktık!.. Teknik tırmanış için bolt çakacak çekicimizi bırakın elma soyacak çakı dahi yanımızda yoktu; ama birileri "biz boltları çakacağız, makaraları kuracağız bizle gelin" deselerdi sanırım "ok" diyecektik ve ben kesinlikle boltların hangi ülke yapımı olduklarını, çeliklerinin sağlamlığını, bolt çakan kişinin ayrıntıcı ve şüpheci bir zihne sahip olup olmadığını espiriyle karışık olarak soracaktım!.. İşin doğrusu şu ki, kendi boltumu kendim çakmayı tercih ederim; en azından bir yamukluk olursa başkasını değil kendimi suçlarım!..




Kanyonun sonunda 15.67 metrelik bir iniş vardır. Burası ünlü Ilıca Şelalesi'dir ve biz buradan, sağından ya da solundan kanyona bir şekilde girmek niyetindeydik. Doğal çakıldan kıyısı olan Ilıca şelalesi havuzunda yüzülebilmektedir. Mesafeleri de vermekte yarar var. Ilıca köyünden ya da Park Ilıca tesisinden şelaleye gitmek 10 dakika kadardır; şelaleden Horma kanyonunun sonuna ulaşmak ise 15-20 dakika kadar sürüyor. Aşağıda, Ilgarini mağarasının girişinin büyüklüğü görülmektedir.




Cuma günü öğleden sonra Park Ilıca tesislerine varmıştık; Osman Sargut'la görüşüp eşyaları odalara yerleştirdik. Park Ilıca'nın sahibi Sabri Yılmaz, çakırkeyif bir insan, rakı içmeyi, müşterilerle sohbeti seviyor; Pınarbaşı'nda oturuyor, kereste fabrikası var; hemen her gece tesise geliyor sanırım. Asıl işlerle İstanbul'da oturan oğlu Erol Yılmaz ilgileniyor; biz oradayken onunla da tanıştık; başarılı bir tesis kurmuşlar; onları tebrik ve takdir ediyorum. Osman bey ise tesisteki işleri bilfiil yapan kişi. Duygu, Doğa ve Kerim isimli 3 çocuğu var; 30 yaşındaki eşi Nuray yemekleri yapıyor; onca ev işine rağmen şaşırtıcı bir şekilde mutlu ve neşeli bir kadın. Osman bey efendi ve espirili biri. Küçük kızı Doğa, orada kaldığımız 2 gece boyunca eğlencemiz oldu. 2 yaşında, zeki bir kız; son derece hareketli ve cadımsı!.. 10 yaşındaki abisi Kerim ise ciddi ve bilgiç, ama sevimli. Duygu ise 12 yaşında olmasına rağmen fazlasıyla olgun duruşlu ve çok sessiz. Restorandaki garsonlar ve tesisi işletenler bir anlamda bunlardı! Tesisin, samimi ve insanlara güvenen bir havası vardı. Park Ilıca'nın geniş çayır avlusuna çadır kurmak da mümkün; ama yatak varken çadır pek cazip gelmez bence. Ahşap kulübelerin havasını solumak gerek.



Orada kaldığımız 2 gün boyunca pastoral yaşamın harika anlarına, horozların derin ötüşlerine, milyarlarca yıldızın göklerde büyük bir berraklıkla parıldayışlarına, sabahın çiylerine, o kristal şebnemlere, uzaktan duyulan melodik su seslerine tanık olduk; şehirlerde yaşamak, bu tür yerleri görünce insana aptalca geliyor. Sanırım şehrin kırsal yaşama en önemli üstünlüğü ise böceklerin az oluşudur!..




Saat 16 civarları batonlarımızı alıp yürüyüşe geçtik. İlk gün, levha kurbanı olduk diyebilirim. "İleride levha var, sola gidince Horma Kanyonu, sağa gidince Ilıca şelalesi" dediler. Biz, Ilıca şelalesi levhasını görünce herhalde sol da Horma'ya gider dedik. Halbuki Ilıca Şelalesi yazan yerden yürüyüp 5 dakika daha gidince Horma-Ilıca ayrımı levhası varmış!.. Bizim girdiğimiz yol da Likya Yolu gibi işaretlenmişti, hiç şüphelenmedik. Kırmızı beyaz işaretleri sağda solda keşfederek devam ettik; 1.5-2 saat kadar enfes bir parkurda yukarı doğru aşırı terleyerek tırmandık. İlk 20 dakikadan sonra işaretler yok olmuşlardı ama biz devam ettik; bir tür dere yatağından ilerledik. Temmuz ayında, sık ağaçların müthiş serinliğinde ve alacakaranlıkta, Amazonvari bir sıklıktaki ormandaki yürüyüşümüzden pek bir mutlu olduk.
Aşağıdaki fotoğraf, yörede yaşayan kadınların günlük giysisidir; biz bunları düğün kıyafeti sanmıştık. Küçük kızın ismi Aleyna'ydı; işlemeli yelekli annesi ise dertliydi; kocası bar kadınıyla kaçmış, anlatacak çok şeyi, bizimse dinleyecek az zamanımız vardı, yoksa, bir yaşamın öyküsünü dinlemek her zaman güzeldir!.. Bu bölgede kimle konuştuysak içten davrandılar; merhaba dediklerimiz hemen tokalaşıp uzunca konuşmaya başladılar; çok yardımseverdiler, çok içtendiler.



Horma Kanyonu'nun girişi iyice sağda kalmış, kanyondan uzaklaşmış, 50 metrelik bir kaya duvarına yaklaşmıştık. Hava hızla kararıyordu; çok fazla patikaya girmiştik, kaybolma riski belirmişti; doğada yön bulma konusunda aramızda uzman yoktu; bunu telafi etmek için Şule, birkaç yerde taşları üstüste koyup işaret bırakmıştı; fakat galiba en iyi yöntem sprey boya alıp dönüşte yolu kolayca bulmak için belli yerleri spreylemekti; pratik ve basit bir çözümdü bu. Kafa lambalarımız olmadığından geceye kalmamak için süratle Park Ilıca'ya geri döndük. Bizim, bir anlamda yanlışlıkla keşfettiğimiz parkur, henüz proje aşamasında olan ve sadece ilk 20 dakikası işaretlenmiş "yeni bir parkurmuş." Temmuz sıcağında bile serince yürünebilecek, kırmızı mantarlarla dolu enfes bir parkurdu. Sanırım bu parkuru 4-5 saate çıkarıp, dağın solundan dolaştırarak Horma kanyonunun bir yerine ulaştırabilirler ve 10 saatlik mükemmel bir yürüyüş yolu haline getirilebilirler.


Saat 19.30'da mayoları alıp bu kez Ilıca Şelalesi'ne gittik. Tesisten çıkıp Ilıca I köprüsünden sağa dönüp ilerleyerek Şelale Gözleme'ye ulaşılır. Burada Competus Keşif Konvoyu'na ait çok sayıda cip gördük. Bunların şöyle bir siteleri var: http://www.competus.com.tr/
Şelalenin olduğu kapalı vadi gerçekten egzotik bir yer; bölgeye yaklaşınca insan kendisini masal aleminde dolaşıyor hisseder; ağaçlar ve kayalar hep yosunludur; Yüzüklerin Efendisi filminden sahneler belirir; bu sürrealist görüntü, insana özel bir yerde olma duygusu verir; fantastik bir ormanın sihirli kollarındasınızdır artık. Şelale, 3 saatlik şıpır şıpır terleten yürüyüşten sonra bize ilaç gibi geldi; sanki biz ölmüş Lazarus'tuk ve İsa da şelaleydi. Diriliş, suya girer girmez gerçekleşti; su, Vaftizci Yahya gibi bizi kutsadı, adeta ruhumuzu (yani zihnimizi) arındırdı. Hava iyice karardığından etrafta pek bir kimse kalmamıştı. Birileri bizi uzaktan videoya çekip gittiler.
Şelaleye yaklaşıp suyun biraz altına girme çabaları hiç de kolay değildi. Şelalenin yarattığı akıntı sizi kıyıya itiyordu. Ben bir ara iyice yaklaştığımda birileri yukarıdan bana çakıl taşları atıyor sandım; bu, suyun gücüydü. Bedene yüksekten çarpan minik damlalar biraz can acıtıyorlardı, sanki insanın sırtına iğneler batıyordu. Şelalenin soğuk sularından sonra yürüyüşün yorgunluğu tamamen sıfırlandı. Dönüş yolunda Şelale Gözleme lokantasında patatesli ve peynirli gözleme yedik.
Aşağıdaki fotoğrafta cadı Doğa uyurken görülmektedir. Bu çok şirin kız, canlı bir şekilde konuşurken aniden uzanıp başparmağını emerek uykuya dalmayı başarabiliyordu. Bazen eline kocaman bir karpuz kabuğu alıp onu kemiriyordu; babası Osman bey ise kabukları eşekler yer diyerek ona takılıyor, fakat uzaktan sevgiyle ona bakarak bu ufaklığı izliyordu.



İlk hedefimiz tamamlanmıştı. İkinci hedef Küre Dağları üzerinde bulunan Toprakini Kayası'nın kuzey yamacıydı, yani Ilgarini mağarasıydı. Akşam 9 civarlarında sıcak duştan sonra yemeğe oturduk. Ispıt otundan yapılmış bir yemekle (yani Ispıt Çiçeği Kavurmasıyla) açılışı yaptık. Hodan ya da Isput da derler buna. Kömürde ızgara edilmiş tavuk kanat geldi; çoban salata vardı; rakı da vardı ve sanırım Tahsin hocanın buraya gelmek istemesi için önemli öğeler mevcuttu. Jale ve Şule tavuğun market tavuğu olduğunu söylediler; bense köydeyiz, bu kesin köy tavuğudur dedim ama onlar haklı çıktı. Köy tavuğu çok daha lezzetli olurmuş. Fakat tavuk kanat da yine de çok lezzetliydi. Yemekte tatlı yoktu ve ben buna üzüldüm. Kaliteli bir tatlıyla sonlandırılmamış bir yemek bende hep "eksik kalmış" yemek duygusu oluşturur. Ahşap kulübelere geri döndük. Ben, deliksiz bir uyku çekemedim, "delikli" bir uyku çektim, çok fazla uyandım ama sabah üzeri dalmayı başardım; şansımızdan, odaya hiçbir sivrisinek girmemişti; kapıları hep kapalı tuttuk. Tesiste cep telefonları çekmiyordu ama sabit hat vardı; Cuma akşamı buradan ailelere, "Merak etmeyin yaşıyoruz" telefonları yaptık. İnsan, bir mahkumdu; bir yere gittiğinde sevdiklerine nerede olduğunu bildirmek zorundaydı, çünkü o bir mahkumdu; şartlı tahliye edilmişti, nerede olduğunu sürekli olarak bildirmeliydi!..
Nazım hoca, kendi deyimiyle acul (aceleci, hızlı) biri olarak çamaşırları hemen makineye verdi. "Acul olmaktansa sabırlı olsaydım pek çok şey başıma gelmezdi" özeleştirisini de yaptı. Bir "acul kervanı" varsa eğer, ben de o kervandayım; çoğu kez sabırlı değilimdir, her şeyi çabuk yapmak isterim, çünkü zamanımız yok, zaman kısa; zaman, yalnızca aptallar için uzundur. Hiçbir zaman zamanımız yoktu, çünkü yarın yoktur; her şey hızlı yapılmalı. Eğer Şeytan da acele işe karışacaksa karışsın; bu, Şeytan'ın bir sorunudur, bizim değil!.. Bizim görevimiz hızlı olmaktır!..


Artık 2. hedefimiz Arzın Merkezine Seyahatti. Kızılcık benzeri bir reçelle, yağa kırılmış yumurtayla, taze peynirlerle kahvaltı yapıp yola çıktık. Yerel rehberle buluşup tırmanmaya başlayacaktık. Bu bölgedeki levhalamalar çok kötüydü; otlara gömülmüş ve sadece Pınarbaşı'ndan gelirkenki açıdan görülebilen zayıf levhayı kaçırıp yanlış yöne giderek yarım saat ve hatta daha fazla kadar kaybettik; bu bölgede pek benzin istasyonu yoktur, o yüzden benzini Eflani ya da Pınarbaşı'nda full yapmak akıllıca olur. Gideceğimiz yol esasen çok basitmiş. Park Ilıca'dan 12 km uzakta bulunan Pınarbaşı yönüne doğru 3 km kadar yukarı çıkınca sağda Valla-Ilıca ayrımına gelinir. Buradan Valla köyüne daha doğrusu Valla mahallesine doğru yola çıktık. Yollar zaman zaman epeyce bozuktu. Muratbaşı'ndan geçtik. Tesisten rehbere ulaşmak zaman kayıplarıyla birlikte 1.5 saatten fazla sürdü. Giderken Valla mahallesinin içine saptık. Cip tarzı 4 çeker araçlarla bu yollar daha güvenlidir, yoksa aracın altı vurabilir ve çamura saplanılabilir. Oradan devam edip Kanlıçay'ın üzerindeki beton köprüyü geçerek Kayadibi köyüne gittik. Bu Kanlıçay, Devrakani çayı ile birleşerek Valla Kanyonu'nu oluşturmuşlardır.

Kayadibi köyü civarlarında 4 kişi bir arabanın önünde bize el salladılar. Sonrasında arabayla onları takip ettik. 1'i zayıf ötekiler iri yarı 4 kişiyle mağaraya çıkma durumu olursa bunu güvenlik mantığımız bağlamında kesinlikle kabul etmeyecektik. Bir yerde arabadan zayıf biri indi. Rehberimiz Ümit Öksüz'dü. Onu arabaya alıp yola koyulduk, arkadaşları köye gittiler. 22 yaşında efendi biriydi Ümit. Sümenler Köyü Kazla mahallesinde yaşıyormuş. Biz, buraya yakın Sorkun yaylasına gittik; ama orada Sorkun yaylası diye bir levha aramayın çünkü yok, en azından ben göremedim, kaçırmış da olabilirim.
Harika bir yaylaydı; yakında festival de olacakmış orada. Ilgari'niyi görmek için sabırsızlanıyordum. Bu bölgede bazı araştırmalar da yapılmıştı. Anadolu Speleoloji Grubu ASPEG gibi grupların çalışmalarına hızlı bir şekilde gözatmıştım. İnsan, beynini bilgi çöplüğüne dönüştürmemelidir; ben burada yazdıklarımı kısa bir süre sonra unutacağım, pek çok şey öğrendim ve bu bilgilerle işim tamamlandı; onları hafızamda tutmayacağım, istesem bile tutamam zaten; belki ancak bir kahvenin dibinde kalan tortular misali birkaç şey kalacak. ASPEG grubu, BM destekli Küre Milli Parkı Projesi yapmışlardı. Speleoloji de, mağara bilim dalıdır. Aşağıda, Nazım hoca Horma Kanyonu içinde büyükçe bir kayaya tırmanmış, üzerinde serinlerken görülmektedir.



Antropolojik kalıntıların da bulunduğu Ilgarini, dünyanın 4. büyük mağarasıydı ve prehistorik açıdan önemliydi. 858 metrelik uzunluğa kadarki bölümü gezmek mümkündür; derinliği ise 250 metredir; aşağıya zikzaklarla inilir, bazı yerler çok kaygandır, düşüp başı dizi vurmak kolaydır. Pınarbaşı merkezden 36 km uzaklıktadır Ilgarini. Sorkun yaylasında araba bırakılır; buralar güvenlidir, güvenli olduğu söylenir; yani arabaları dönüşte yine orada sapasağlam bulursunuz!.. Zaten köylüler orada araba görünce birilerinin Ilgarini'ye gittiklerini bilirlermiş.
Mağaraya giden 2 ayrı yol vardır; yollar Likya benzeri iyi bir şekilde işaretlenmiştir ve hatta 3 hafta kadar önce işaretlenmişlerdir; ama bazı yerlerde işaretler kaybolur ve yerel rehber almak akıllıcadır; buraya rehber almadan gidip de dönenler çok olmuştur, ama biz ikinci kez gitsek sanırım rehber almadan oraya ulaşabiliriz. İşaretler olsa bile öyle yerlere geliniyor ki sanki oradan hiç kimse geçmemiş, doğru yol burası olamaz diyorsunuz, çünkü ortada yol yok, sadece çalı ot ve çiçeklerle kaplı bir alan var. 1. yol çok dik ve az ağaçlıdır, sıcakta çıkış için tercih edilmez; Topdüz rotası diyebiliriz buna. 2. yol nispeten daha az eğimli ama daha uzuncadır ve buna da Ejder Rotası diyebiliriz. Mantar ve Ejder mağaralarını görmek isteyenlerin buradan çıkmaları daha zekice olur. Biz de bu 2. yolu yani Ejder Rotasını kullandık. Bu rota, yaylanın içindeki ya da ucundaki piknik masalarının bulunduğu yerden başlar. Bitki örtüsü çok canlıydı. Başlangıçta olmasa da sonradan oldukça dikçe bir patikadan, Likya Yolu benzeri kayalıklardan, ihtiyar bilge ağaçların arasından, öteki mağaralara da uğrayarak yaklaşık 2-2.5 saat yürünerek Ilgarini'ye ulaşılır. Zaman zaman kısa düzlükler vardır ve buralarda çok hoş mola yerleri bulunur.
Yol boyunca çok çeşitli mantarlar gördükten sonra Mantar Mağarası'na vardık. Buraya tahtadan merdivenlerle inilir. Çürümeye başlamış merdivenlerdeki yosunlar yine ortama masalsı bir hava vermişlerdir. Birkaç merdiven sayesinde mağaraya girdik. Mağaranın ortasında dev bir mantarı anımsatan bir dikit var. İyice serinleyip yola devam ettik. İkinci mağaraya vardık. Burası Ejder Çukuru ya da Ejder Kuyusu denilen yerdi. Buralarda cazibeyi artırmak için de böyle isimler verilir. Ejder Çukuru'na Ümit birkaç taş attı; sesi epey bir süre sonra geldi. Bazıları, ilk aşamada mağaranın 150 metrelik derinliği olduğunu söylemekteler. Bu tehlikeli mağaraya girilemiyor; içine taş atıp oradan ayrıldık ve büyük hedefe yöneldik.

Ilgarini, 1250 metre yüksekliktedir. İçindeki sarkıt ve dikitlerin 1 milyon yıllık olduğu söyleniyor; gerçi rehberimiz bunlar dünya yaratıldığında böyle yaratılmışlar diyerek çok "bilimsel" bir açıklama yaptı bize!!.. Tarihin derinliklerinde burası bir yerleşim alanı olarak kullanılmış; dini mekanlara da rastlanmış. Romalılar, Bizanslılar burada yer almışlar ama öncesi de elbette vardı; insan yaşantısının izleri bağlamında M.Ö. 2000 yıllarına dek inilmektedir. İçeride mezarlar vardır; kemikler etrafa saçılmışlardır. Mağarada kilise şapeli bile görmek mümkün. İlerleyince kafa lambaları müthiş bir görsellik sunar; mağara duvarlarında birçok damlacık vardır ve ışıklar bunlara vurunca fosfor ya da pırlanta gibi parıldarlar; insan, sürrealizmin tam ortasındadır, gerçek olanla gerçek olmayan birbirine karışır. Bir ara lambaları söndürüp eğer ışık olmasa nasıl buradan çıkarızı konuştuk ki tek yok yerde sürünmektir, çünkü ışıksız görüş sıfırdır!.. Kısacası orada kesinlikle ışıksız kalmamak gerekir!.. Biz kask takmadık ama kask takmak her zaman daha zekice olur.
Bu mağarayı yılda 2000 turist geziyormuş derler. Çok kaba bir hesapla ayda 160 kişi desek, günde ortalama 5-6 kişi eder. Grup halinde gelindiğinden buraya gelip de hiç kimseyi görmemek istatistiki olarak çok açıktır. Biz gittiğimizde de hiç kimsecikler yoktu. Rehber Ümit, ayda bir kez rehberlik yaptığını belirtti. Pek geleni gideni olmayan vahşi bir yerdir orası. O ziyaretçi rakamları da kesinlikle güvenilir değildir. Rehberimiz, 2.5 saati çıkış, 1.5 saati dönüş olan süre boyunca bir kez su içti; suyu mağaraya saklamış. Ayakkabısı Converse ayakkabıydı ve kot pantolonluydu, biz terlerken o hiç terlemedi!.. Herhalde vücudu ortama alışkındı.




Ilgarini'nin gidiş parkuru sık ormanlıdır; bölge göç verdiğinden tarlalar terk edilmekte ve orman her yerde hakimiyetini kurmaya devam etmektedir; ormanın saltanatı bizim de istediğimiz bir sonuçtur. Emperyalizm, eğer orman tarafından yapılıyorsa bu son derece kabul edilebilir bir işgal türüdür!.. Ormanın ağaçtan orduları tüm dünyayı ele geçirip dev bir imparatorluk kuracaksa buna benim hiçbir itirazım olmaz, Jül Sezar'a, Atilla'ya, Napolyon'a, Büyük İskender'e, Hitler'e, dünya hakimiyeti kurmak isteyen herkese itirazım olur ama Ormana olmaz!.. Ormanın emperyalizmi her zaman arzu ettiğim bir emperyalizmdir; çünkü orman sömürmez; alıcı değildir, vericidir; yaratır, verir; sizden sadece sevgi bekler; asla sömürmez. Aşağıdaki fotoğrafta Bartın'daki Netta Pide salonu sahibi Fikri beyin kurduğu "Omuz köprüsü" görülmektedir. Horma Kanyonu 2. Kademeye çıkış bu noktadan olur. Teknik raporlarda 7 şelaleden bahsedildiğine göre bu kanyon 7 kademeli bir kanyondur. Ben 2. kademe derken, teçhizatsızlığımıza oranla kademe diyorum.



Ilgarini artık gerilerde kalmıştı. Kuru üzüm, fındık fıstık tarzı atıştırmalar ve kısa molalar verip inişe geçtik. İnişi Topdüz rotasından yaptık. Bu rota epeyce dik ve kayalıklıdır, ama daha kısadır; buradan iyi bir yukarı çıkışla mağara sadece 1 saat sürer; bu rota da işaretlenmiştir; ama dediğim gibi öyle yerlere gelinir ki, işaret görseniz bile geri dönmek istersiniz, çünkü ortada yol yoktur, çalılar vardır sadece!.. Sorkun yaylasına vardığımızda Ilıca'dan sonraki 2. hedefimizi de tamamlamış olduk; yolda ölü bir yılan da gördük. Yol boyunca Nazım hoca video çekimleri yaptı ve inişte, Amazonsal ormanın düzlük birkaç yerinde şiir okudu. Rehbere 100 lira verdik ve vedalaşarak, teşekkür ederek iyi şanlar dileyip 3. hedefe yöneldik. Bu hedef Bakacak kayasıydı.
Valla mahallesinin içinde arabayı park edip yürüyüşe başladık, orman içine girip 1.5 km ilerledik. Valla mahallesi, Muratbaşı köyüne bağlıdır. Yaklaşık 20 dakika sonra Bakacak kayasının üzerindeydik. Buraya demirden bir merdiven yapılmış; birkaç kademeden sonra terasa varılır; daha önce düşerek uçuruma yuvarlanan olduğundan güvenlik açısından iyi bir hizmet olmuş. Bu seyir tepeden aşağıya bakıldığında insan ürperir; kuşlar aşağılarda uçmaktadırlar. Burası 548 metrelik tırsıtıcı bir uçurumdur. Valla'nın yüksekliği ise 1200 metredir. Rehber bizi oraya çıkarabileceğini söyledi, ancak zaman yeterli değildi. Oraya çıkılınca söylenen doğruysa sürüne sürüne bir uçurumun başına gelinip aşağıya, yani 1200 metrelik korkunç ve dipsiz izlenimi veren uçuruma, sarp kayalıklara bakılabiliyormuş, eğer cesaret varsa tabii!.. Kartal, akbaba ve doğan gibi yırtıcılar için bu sarp kayalıklar mükemmel yuvadırlar. Sola, Kayadibi köyüne taraf bakıldığında aşağılarda Kanlıçay görünür. Sağa bakıldığında ise Azdavay'dan gelen Devrakani çayı görülür. Bunlar Valla önünde buluşup elele tutuşarak iki haşarı arkadaş gibi kanyonun içinden maceralar eşliğinde eğlenerek, kayaları oyarak ilerler ve Cide'ye, kuzeye doğru 12 km yol alırlar; oradan Karadeniz'e dökülürler. Valla Kanyonu için dünyanın 2. büyük kanyonu derler; fakat bu çok önemli değildir, çünkü sıralamalar değişir. Ben en büyüğünün Arizona'daki Büyük Kanyon olduğunu sanırdım. Valla'nın 1200, oranın 1800 metre derinliği vardır ve uzunluğu 466 km'dir. Ama bir kanyon daha bulunmuştur; ismi Yarlung Tsangpo'dur. Ölçüleri dudak uçuklatır. Tibet'in ulaşılmayan bir bölgesindedir; Tibet zaten yabancılara tamamen kapalıdır; gitmek isteseniz de gidemezsiniz, ancak kaçak giriş yapılabilir!..


Valla Kanyonu seyir terası olan Bakacak zirvesiyle birlikte 3. hedef de tamamlandı ve Park Ilıca'ya geri döndük. Artık akşam 19.00'dan sonra şelalede yıkanmak geleneksel hale gelmişti. Yangınlı ufuklar göklerde son çırpınışlarını yaparken biz şelalenin soğuk sularında alacakaranlıkta yeniden dirildik. Su, maharetli elleriyle bize soğuk bir masaj yaptı. Sudan çıkışta hiç üşüme olmuyor, tersine sağlam bir diriliş, sanki gün boyunca hiç yürünmemiş hissi yaşanıyordu. Aklımız, akşam yapılacak olan ızgara köftelerdeydi. Ancak köfteleri pek beğenmedik, etin tadı farklıydı; normalde 4 tane yiyebilecekken 2'şer tane yedik; tekrardan tavuk kanat alıp onları yedik. Bir de siyah renkli bir ot çorbası içtik ve ben bunu beğendim; ayrıca karpuz ve kirazlı kırmızı şarap da güzeldi; ertesi günkü aktivite daha light olacak şeklinde düşündüğümüzden alkol yasağını kaldırdık. Geceyarısına kadar köy odası benzeri yerde sohbet edip yarınki hedef için enerji topladık; Samanyolu'nun büyüleyici bulutsuluğu altında küçük birer molekül gibi durup yukarıyı izleyerek ormanın derinlerinden gelen ceylan çığlıkları eşliğinde yattık.


18 Temmuz Pazar sabahı ilk önce Ayazma denilen Roma hamamını gördük. Burada Jale, kırmızı bir yılan görerek küçük çaplı bir çığlık attı. Tesisin ve arazinin sahibi Sabri bey de burada çok yılan olduğunu söyledi. Ayazma'dan Horma Kanyonu'na yöneldik. Park Ilıca'nın köpeği peşimize takıldı; birkaç kez ormanın derinlerinden gelerek bizi korkuttu; sanki içerilerde bir şey görmüş gibi oradan apar topar kaçtı. Kanyon girişine vardığımızda şelalenin döküldüğü yer 10 metre kadar aşağıda kalmıştı. Kanyonun içine doğru inişe geçtik. Birkaç kişiden oluşan bir aileye rastladık. Kanyona girecek uygun kıyafetimiz yoktu; mayo dahi almamıştık. Kanyon, 4 km öteden kademe kademe aşağıya iniyordu; nizami olarak 7 kademe vardı. Bizim olduğumuz nokta, Ilıca şelalesinin üzerinde, şelalenin döküldüğü noktadan 40-50 metre kadar içerdeydik. Kademe kademe yükselmek gerekiyordu. İlk kademe için sudan geçip yükselmek kaya tırmanışı yapmadan mümkün değildi; zaten sudayken kayaya boltu çakmak da olmazdı galiba. Sağdan, ancak yardımlaşmayla ya da sağlam parmak çekişleriyle çıkılabilecek bir olasılık vardı. Tereddütteydik.

Bartın'da Netta Pide salonunun sahibi olan Fikri bey yukarıdan epey bir çaba göstererek aşağıya indi. Son derece efendi biriydi ve yukarıdaki güzellikleri görüp çekmelisiniz dedi. Epeyce ısrar etti ve onun ısrarlarıyla çıkışa geçtik. Bir köprü kurdu; omzuma basın dedi, bizimkiler basmamakta direndiler, ayıp olur dediler. benim bacağım biraz uzun olduğundan bana gerek kalmadı. Bu arada inişte de ben köprü oldum ve Fikri bey omzuma bastı; sonradan espriyle karışık kaç kilosunuz dedim, 109 dedi! Olduka iri yarı bir arkadaştı. Onun sayesinde ağaçlara tutunarak 10 metrelik uçurumdan tehlikeli ve "hata-affetmez" bir yatay geçiş yapıp 1 kademe (7 kademeden farklı olarak) yükselmiş olduk ve bu 2. kademede enfes bir mazara daha karşımıza çıktı. Bazı geçiş yerlerinde Fikri bey elini koyup basamak yapıyordu; kaygan kayada duracak bir nokta yaratıyordu, yoksa kayıp kazan denilen yerlere, fırıldak gibi dönen su çukurlarına düşülürdü. Kayaların üzerindeki beyaz alanlar müthiş kaygandı ve onları kazıyıp siyah alana dönüştürüyorduk ki kayma olmasın. Pantolonumuzu sıvamıştık. Bir noktadan sonra tamam dedik; suya düşebilirdik, makine ıslanabilirdi. Ayrıca suya düşerken kask olmadığından son derece tehlikeliydi. Fikri bey de fazla ötelere gitmemişti ama kaç kademe çıkarsanız o kadar büyüleyici yerler karşınıza çıkar dedi. Bizim oralardaki güzellikleri görmemizi istemesindeki içtenliği takdir ettim, oradaki muhteşem ortamı paylaşmayı heyecanla istiyordu. İnsanımızın bazen böyle harika samimiyeti olur; bunda ne çıkar vardır ne art niyet; büyük bir saflıkla ve iyiniyetle bizim oraya çıkmamızı ve daha da ilerlere gidip fotoğraflamızı istemesi günün en güzel anlarından biriydi. Böyle hoş bir şeyi başka bir ülkede bu içtenlik düzeyinde bulabileceğimizi hiç sanmıyorum. Fikri beye teşekkür edip tokalaşıp vedalaştık.

Kediler ağaca tırmanırlar ve bazen de ağaçta kalırlar, çünkü iniş her zaman daha zordur ve kazalara daha açıktır. Bizimki de biraz böyle oldu ama kazasız belasız Horma Kanyonu 2. kademeden inip tesislere geri döndük. Biri hariç bütün hedeflere ulaşılmış oldu. Bu da Karabük yakınlarındaki Eskipazar - Hadrianapolis antik kentiydi ki ona da Pazar günü dönüş yolunda uğradık ve etkinliği tamamladık. Karabük'te başlayan şiddetli yağış antik kente de varmıştı. Bu antik kent çok geniş bir alana yayılmış. Oradaki taş ocağından çıkan taşlarla da Anıtkabir yapılmış.


Böylece, yıllardan beri aklımda olan bir şeyi de gerçekleştirmiş oldum. Bir kapıyı açmanın en güzel yanı, artık o kapının ardında ne olduğunu bilmektir ve o kapıyı yeniden açıp içeri girmek kolaylaşmıştır. Eskiden Ilıca Şelalesi'nde yüzmek çok uzaklardaydı, şimdi yanı başımızda!.. Bir gün gelir de Samanyolu'ndaki gezegenlere gidersek, oralar da uzak olmaktan çıkarlar; nereye adım atmışsak, artık orası sonsuza dek bize gelmiş, bizim olmuş demektir...

Etkinliğin sonunda Yahya hocanın meşhur sözünü tekrarladık: "İyi ki gelmişiz yaw!"

Nazım Hikmet'ten bir şiir alıntısı ve sonra da bir müzikle yazımı sonlandırıyorum; Yaşamaya Dair:

"Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı,

Yetmişinde bile mesela, Zeytin dikeceksin,

Hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil,

Ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için,

Yaşamak yani ağır bastığından."

Edith Piaf'tan bir müzik: Padam, Padam


Mehmet Murat ildan