Sunday, November 28, 2010

Yanık Yaylası Yürüyüşü


Bugün 2010 yılının 28 Kasım günü. Geçmişte bugün neler olmuş derseniz, 428 yıl önce bugün, Üstat Shakespeare ve eşi Anne Hathaway evlilik lisansları için 40 sterlin ödemişler!.. Güne başlarken bugünün geçmişte ne ifade ettiğine ve ne içerdiğine bakmak, insanı gün içinde farklı zaman boyutlarına götürebilir ve güzel bir zihinsel oyundur bu. Bu haftasonu Ankara Trekking grubuyla Yanık Yaylası'na gittim. Geçmişten geleceğe bir not düşmek için şimdi biraz bu etkinlikten bahsedeceğim.




Etkinliğe 39 kişi katıldı. Kazan'a varmadan Serkan Cafe isimli bir yerde çay/börek molası verdik. Burada insanlar komünal yaşam mantığıyla ellerindeki yiyecekleri masaya koydular ve herkes bir şeyler atıştırdı; ben sadece bir parça taş ekmek tabanı yedim. Kızılcahamam'ı biraz geçince solda Kızılcaören Köyü'ne Hoşgeldiniz levhası olan bir yer vardır. Burada inerek 10.20'de yürüyüşe başladık. Aralık ayına girmek üzereyken hava sıcaklığı 20 derece kadardı ve enfes bir güneş vardı; güneşte 25 dereceyi görüyorduk. Ben sadece tek kat bir Decathlon içlikle bütün yürüyüşü tamamladım.




Kızılcaören mezarlığının yanından - orada yatanları birkaç saniye düşünüp - süzülerek geçip ticari toprak yolda ilerledik. Bu köydeki insanlar Balkan göçmenidirler; 93 harbi denilen Osmanlı-Rus harbinden sonra bu Türkler buraya gelip yerleşmişlerdir ve iyi de yapmışlardır çünkü buranın iklimi de Balkanlar iklimi gibi nemlidir. Yürüyüş boyunca, ölmekte olan ağaçların kovuklarındaki capcanlı sarmaşık türü bitkileri görüp bu tezada şaşırdık: Sanki ölümün içinden yaşam fışkırıyor gibiydi, ki aslında buna şaşırmamak gerek; çünkü ölüm, her zaman başka şekillerde bir yaşama dönüşür; çürüyen bir şeyden başka bir şey doğar.




Bu parkurun en güzel yanlarından biri hemen solda akan bulanık deredir ya da durmadan akan bir gümüş dere; dere bazen oyun oynar gibi bir köprü bulup sağımıza geçer ve oradan şırıl şırıl sesleriyle 'ben buradayım' der; o hep bizimle oynar ama biz bunun pek farkında olmayız.




Nazım hocayla arkalarda yürüyorduk; fakat trekkinglerin altın kurallarından biri "Kalabalık gruplarda en önde giden, en az yorulur ve en çok dinlenir!" kuralıdır ve biz de öne doğru geçtik!.. Herkes, kendi temposunda ilerliyordu; aralar epeyce açıldı. Nedim bey öncüydü; Selami bey de artçı. Zaman zaman telsizle görüşüyorlardı. Nazım hoca bir yandan yürüyor, bir yandan 2011 Mart ayı Sarıkamış Kayak kayıtları sayısını artırıyor ve Tayland'ı, Singapur'u, Hong Kong'u anlatıyordu.




İnsan, başını gökyüzüne çevirip de bakmazsa bazen pek çok şey kaçırabilir. Bu parkur boyunca da üzerimizde çok sayıda Kara Akbabalar uçtular. Bunlar Yunanistan, İspanya ve bir de ülkemizde yaşarlar.




Kışa girerken yaz yaşanıyordu ve belki yaza girerken de kışı yaşayacağız, çünkü yaşam bir çelişkiler sokağıdır!.. Sıcak bir havada ilerliyorduk ve yol boyunca onlarca çeşmenin yanından geçiyorduk. Sular gürdü; sanki memleketin bütün çeşmeleri bu yola dizilmişlerdi ve biz de adeta bir müfettiş gibi bu çeşmeleri denetliyorduk.






Ana yemek molası verildi. Ben artık rutine bağladığım bir şekilde haşlanmış patates ve pişmiş yumurta getirdim ve bir domates, bir de salatalık, bir küçük turpçuk. Bunlar fazlasıyla yetiyor; kek de getirdiğim için çayla içtim ve biraz da ceviz. Nazım hoca yiyecekleri evde bıraktığından komünal sistemle beslendi ve fazlasıyla doydu. Bu bölümde çok sayıda kişi tarafından çok sayıda sigara içildi. Bunlar elbette bir doğacıya uygun şeyler değildi. İnsan, iradesiyle bu alışkanlığını bitirmelidir bence; bu alışkanlıktan ötürü ileride sakat kalıp ailenin öteki üyelerine haksızlık yapmak sanırım doğru olmaz!.. Bu yemek bölümünde, Nazım hoca çok sayıda şiir okudu. Yaşamın basitliği ve sıradanlığı, edebiyatın karmaşıklığıyla ve ihtişamıyla süslendi. Yaşam yüzeyseldir; ona derinliği edebiyat katar; ya da şöyle de söyleyebiliriz: Yaşam derindir ama edebiyat onun bu derinliğini bize gösterir, çünkü o bir büyüteçtir, bir mikroskoptur.


Yemeklerini bitiren bir grup yürüyüşe başladı. Acullardan biri olarak ben de yola çıktım hemen. Epeyce bir yokuş çıktık. Ben yol boyunca çok sayıda kuşburnu yedim. Uçaklar, kara akbabaların üzerlerinde uçuyor ve gölgeleri onların üzerlerine düşüyordu!.. Taşlar üzerindeki yosunlara bakarak tabiatın bu harika yeşil elbiselerini kıskanıyorduk. Sonbaharın en güzel görüntülerini ise kırmızılaşmış yapraklar veriyorlardı. Uzaklardan, Ankara dağcılarının kamp yeri Işık Dağı görünüyordu; bölgenin Everest'iydi o; 2040 metrelik cüce bir Everest!.. Artık dönüşteydik; bir çeşit U çekmiştik ve Kızılcaören köyüne doğru ilerliyorduk.




Parkurun en güzel kısmı burasıdır. Uçurumsu bir patika, ormanın kenarından aşağı yola kadar kıvrıla kıvrıla iner; taşlıdır kozalaklıdır ama güzel manzaralıdır. Bu yolda su sarnıçları da vardır. Uzaktan 2 çoban köpeği gördük; blöf yapıp bizi korkutmaya çalıştılar. Tarihi bir çeşme yakınlarında olmamış böğürtlen yendi; hava karardı ve etkinlik sona erdi ve bunun gibi nice etkinlikler sona erecek; başlayan her şey bitecek; yalnızca başlamamış olan bitmez!..




Bir Pazar günü Ankara'da olmamak gerek! Kara Akbabaların gölgeleri üzerimize düşmeli, ellerimiz kuşburnu yemekten kırmızılaşmalı, ayakkabılarımız yosunlardan yeşermeli, komünal yaşamın getirdiği böreklerden - eğer artmışsa - tatmalı, çantamıza tırmanan minik bir karıncaya üflemeli... Yaşamak, farkındalık demektir; bir insan, etrafında olan bitene karşı ne kadar farkındalık içindeyse o kadar yaşıyor demektir. Bir akbabanın gölgesinin üzerine düştüğü delikteki minik tarla faresinin burnunun ucunu görmek... ancak o zaman yaşıyoruz demektir...






Etkinliği düzenleyen arkadaşlara teşekkür ederken, yazımı, yazılarımı her zaman bitirdiğim şekliyle, yani bir müzikle sonlandırıyorum ve yine Fernando Rosas, La Tertulia:










Mehmet Murat ildan