Wednesday, July 14, 2010

Dünyanın 4. Büyük Mağarasına Yolculuk


2010 yılının 16-17-18 Temmuz günleri arasında, çok uzun zamandır gitmeyi planladığım Küre Dağları bölgesine nihayet gitme fırsatını bulabildim; burası dünyadaki 200 ekolojik bölgeden biridir ve doğaseverler ya da macera arayanlar tarafından mutlaka görülmesi gereken bir bölgedir.

Aşağıdaki fotoğrafta, Horma Kanyonu 2. kademeye çıkışımıza yardımcı olan ve daha ötelere gitmemiz için bizi teşvik eden Bartınlı Fikri bey görülmektedir ve yukarıda da ağaç dallarına tutunarak bir uçurum yan geçişi yapıp kanyonun 2. kademesine girişimiz görülmektedir. Buralarda fotoğrafı ancak tek elle çekebildik, çünkü öteki el dala tutulu kalmalıydı!..


Batı Karadeniz'de yer alan Küre Dağları bölgesi Türkiye'nin en az el değmiş ve bu nedenle de en çok korunmuş, en vahşi bölgelerinden de biridir aynı zamanda. Bunca yıldır doğada dolaşan biri olarak ilk kez burada, uzaktan da olsa bir ceylan gördüm; arabadaydık, yolda öylece durup bize bakmıştı. İlk kez bu denli çok canlı çeşitliliği olan Amazonsal bir ormanda, kelebekler arasında yürüdüm.


Aşağıdaki fotoğrafta Sümenler Köyü Kazla mahallesinden yerel rehberimiz Ümit Öksüz görülüyor; Ilgarini mağarasına bizi o götürdü; bölgeyi iyi biliyor, çünkü o civarların çocuğu. Telefonu da şöyle: 0531 409 76 67. Biz bu rehberi Park Ilıca'daki Osman bey aracılığıyla bulduk. Mağaradaki ayrıntılar bağlamında çok fazla bilgisi yoktu, ama yolu iyi biliyordu. Çiçek isimlerini öğren dediğimizde "O kız işidir," şeklinde bir yanıt vermişti; eğer orada rehberlik yapmayı düşünüyorsa ileride bunları da öğreneceğinden eminim.
Buralarda bir de Kör Ali lakaplı bir rehber varmış, ama biz onu hiç görmedik, fakat ünlü olan, tecrübeli olan, bölgenin her yerini bilen rehber buymuş.



Bölgeden haberdar olmam, bir kayıp haberinden sonra olmuştu; sanırım 9 yıl kadar önce, 2001 yılı Ağustos ayında 5 İstanbullu dağcı bölgede bulunan Valla Kanyonu'na girmiş, onlarla bağlantı tamamen kesilmiş ve 5 gün sonra kanyondan çıkabilmişlerdi!.. Kanyonun tamamı sanırım 4 yıl kadar önce geçilebildi.



1994 yılında kaybolmaların ilki yaşanmış, İTÜ'lü 4 öğrenci kaybolduklarından 14 gün sonra Cide'den çıkmışlardı. O günden bu yana Valla ismi zihnimin bir köşesine yerleşmişti. Birazdan, bölgeye dair izlenimlerimi değerli okuyucuyla paylaşacağım. Bu keşif etkinliğine Nazım hoca, Jale, Şule ve ben katıldık. Sağlam bir ekipti; zamanlamalara çok güzel uyuldu; 7.45'i kahvaltı saati olarak kararlaştırdığımızda 7.45'te herkes orada oluyordu. Zorlu aktiviteler bitinceye kadar alkol alınmadı. Uyum ve disiplin, espiriler ve özgürlük içerisinde keyifli bir etkinlik yapıldı; performanslar da iyi düzeydeydi. Aşağıdaki fotoğrafta Park Ilıca çalışanı Osman Sargut solda görünmektedir.



Yazımın sonunda okuyucuların bölgeye dair önemli ölçüde bilgi edineceklerini ve bölgeyi zihinlerinde renkli bir şekilde canlandırabileceklerini düşünüyor, insanların bu bölgeye gitme arzularının fitilini ateşlemeyi de umut ediyorum. Ankara Dağcılık Kulübü ADK ekibi olarak da Park Ilıca'da "kalmalı" ve "bölgeyi keşfetmeli" bir etkinlik düzenlenebilir; Tahsin hoca için de orada güzel bir mangal yeri var ve her gece mangal yanmaktadır!.. Romalılar, mezar taşlarına şöyle yazarlarmış: Siste Viator! Dur Yolcu anlamına gelir bu. Ben de bu yazıyla "Dur Yolcu!" diyorum, buraları görmeden geçme!.. Siste Viator!..




Hayal gücü bir hayli yüksek olan ve geleceğin icatlarına dair isabetli öngörülerde bulunduğu için "Bilim Falcısı" olarak da bilinen üstat Jules Verne'nin 1864 yılında yazdığı Arzın Merkezine Seyahat isimli bir kitabı vardır. Kitapta genç Axel, amcası Profesör Lindenbrock'la İzlanda'daki bir yanardağdan rehberleri Hans Bjölk'le birlikte içeri girerek dünyanın merkezine doğru bir yolculuk yaparlar. Birazdan anlatacağım ve üstte fotoğrafını verdiğim Ilgarini mağarasının girişi de insana böyle bir duygu verir; sanki orası Arzın Merkezine açılan gizemli ve dev bir kapıdır!.. Biz, o dev kapıdan içeri girdik; bu yazı, o kapının ve başka kapıların bir öyküsüdür. Yaşam, kapalı kapıları açtıkça, şehirlerden, o aptal beton yığınlarından, sığlaşmış şehir yaşamından kaçtıkça, derinliğini yitirip ruhsuzlaşmış, robotlaşmış çıkarcı şehir insanlarından, bütün o yapaylıktan, ihtiras çamurları içine gömülmüş sözde modernlikten uzaklaştıkça güzelleşir. Ruhun (Yani zihnimizin) ve bedenin kurtuluşu doğadadır. Şehir çürütür; doğa canlandırır!.. Hiç kimse şehirde dirilemez; şehir, yalnızca zombiler, yaşayan ölüler, yaşamayan robotlar yaratır!..



16 Temmuz Cuma günü saat 10.30'da, neredeyse bütün trekking malzemelerimizi, kasklarımızı, batonlarımızı, kafa lambalarımızı, bandanalarımızı, kene ve sivrisinek kovucu spreyleri, tozlukları yanımıza alıp Ankara'dan yola çıktık; otobana Nazım hocanın taze KGS kartı ile girerek Gerede'ye gittik. Gerede 113 km uzaklıktadır. Gerede'den, her gördüğümde bana 18. ve 19. yüzyıllardaki Sanayi Devrimi'nin çirkinliğini anımsatan fabrikalarıyla ünlü Karabük'e geçtik; bu da 80 km kadardı. Oradan 8 km daha gidip Safranbolu'ya ulaştık. Karabük'le Safranbolu artık birleşmişler gibi bir şeydi. Safranbolu'da kısa bir gezinti yaptık, Cinci Han'ın ve Lokumcuların önünden geçip hem yemek yemek ve hem de kıymalı börek tadındaki Safranbolu Bükmesi'ni tatmak üzere Kadıoğlu Şehzade Sofrası'na gittik. Yemek yerken sağanak yağmur başladı. Yemeği bitirdiğimizde yağmur da bitti. Cevizi ve yufkası fazla kızarmış ev baklavasından pek memnun kalmadan; çifte kavrulmuş lokumu dönüşte almak üzere yola koyulduk. Nazım hoca rejim yaptığından salata çorba türü şeyler yedi ama çoğu kez de rejim yaptığını unuttu!.. Yol boyunca, "Jale ve Şule yapımı" peynirle yoğrulmuş dereotlu poğaçadan, daha doğrusu lezzetli çörekten yedik. Gökyüzü, dünyanın en yetenekli ressamlarından biridir; aşağıdaki resmi o çizdi!..


Bir sonraki durağımız hindi üretiminde meşhur olan Eflani'ydi. Eflani'ye ulaştık ve şehrin meydanındaki güzel bir hindi heykelini geride bıraktık. Eflani'den Pınarbaşı yönüne doğru ilerledik. Pınarbaşını da geride bırakıp Şenpazar'a giden karayolunda kuzey doğuya doğru bir müddet daha ilerledik; bir süre sonra Valla Kanyonu'yla Ilıca Şelalesi'ne giden yol ayrımına geldik. Biz, Ilıca'ya doğru yani sağdan aşağıya devam ettik.



Ormanlık vadiden inişte heyecan başlar; her yerde ceylan, ayı türü yaban hayatı levhaları vardır. Ilıca köyüne inmeden önce uzaklardan muhteşem Valla Kanyonu görünür; kuzeye doğru Cide'ye kadar uzanır bu kanyon. Ürkütücü bir görüntüdür; sanki dağ ikiye ayrılmıştır, ortadan ikiye yarılmıştır. O iki uçtaki uçurumun arasına camdan bir köprü yapılabilse, dünyanın en ürkütücü cazibe yerlerinden biri yaratılabilir. Biz, vadiden aşağıya inip "Ilıca I" yazan köprüye yakın yerdeki tesise girdik. Köprüyü geçmeden hemen sağdadır bu tesis.


Bu gidiş yolunun bir de Kastamonu üzerinden alternatifi vardı; fakat o seçenek biraz daha uzundu. Bu güzergahta Ankara-Çankırı-Ilgaz-Kastamonu-Azdavay-Pınarbaşı-Ilıca yapılır. Ilıca Şelalesi, bizim bu etkinlikteki ilk hedefimizdi. Küre Dağları Milli Parkı sınırları içindeki Park Ilıca isimli bir tesiste önceden yer ayırtmıştık. Burada toplam 14 tane bungalow ahşap kulübe vardır; bunlar dublekstir; tek katlı olanları da vardır; yataklar temizdir, 100 derecelik sıcak su vardır!.. Önceden yer ayırtmazsanız haftasonu yer bulamayabilirsiniz. Ücreti, gecelik 45 lira kadardır. Biz, 2 geceliğine yemekle ve kahvaltıyla beraber kişi başı 125 civarında bir şey verdik; oldukça hesaplı ve stratejik bir yer. Orası merkez üssü yapılıp pek çok noktaya gezi düzenlenebilir.


İlk aşamada bu tesisin yakınlarını keşfetmeye karar verdik. Ilıca köyünde bir Roma dönemi Ayazma'sı varmış. Ayazma, Rumların kutsal saydıkları kaynak veya pınara verilen bir isimdir. Ayazama'yı ancak Pazar günü görme olanağı bulduk. Uzakta bir yer sanıyorduk ama yattığımız yerden sadece 3 dakika uzaklıktaymış; içindeki suyun sıcaklığı 23 derece kadardır!.. Bu sözcük hoşuma gitmişti. Köken itibariyle Hagi'dan geliyor, aya diye okunuyor ve kutsal demektir "aya." "Ma" ise su anlamına geliyor. Ayazma! Kutsal Su!..


Bölgenin turizmden henüz yeterince faydalanmıyor olması bir açıdan bu bölge için bir şanstır. Dünya Doğal Hayatı Koruma Vakfı WWF (World Wildlife Fund) Avrupa'da korunması gereken 9 sıcak noktadan biri olarak Kastamonu Bartın arasındaki 37 bin hektarlık Küre Dağları Milli Parkı'nı saptamıştır. Onların web sitesi de şudur: http://www.wwf.org.tr/ Zaman zaman bu siteye girip projeleri incelemek güzeldir.
Aşağıdaki fotoğraf, yürüdüğümüz yerlerdeki sık bitki örtüsüne iyi bir örnek teşkil ediyor; insan, otların, çalıların arasında kaybolabiliyor. Arılarla, kırkayaklarla, koca koca böceklerle ve neşeli kelebeklerle içiçe yapılan bir yürüyüşü vardır buradaki ormanların.

Yukarıda bahsettiğim vakfın amacı Dünyanın en değerli yaşam alanlarını korumak olduğuna göre bizim gittiğimiz bölge de yeryüzünün en değerli yaşam alanlarından biri demekti. Küre Dağları dediğimiz şey 300 km uzunluğunda bir bölgedir; mağara ve kanyonlar açısından da ülkemizin en zengin alanlarından biridir.
Bu civardaki ekosistemde 675 bitki türü yaşıyor. Bu sadece saptanmış sayıyı belirtiyor; eminim ki gerçek sayı çok daha yüksek. 100 kadar bitki türü de endemiktir, yani sadece o bölgede yetişir.

Buranın "Sıcak Bölge" ilan edilmesi 1998 yılında gerçekleşmiş, ondan sonra Milli Park ilan edilmiş, ki bu da bizim açımızdan bir ayıptır; bu bölgeyi korumak, bizim kendimize ve insanlığa karşı bir görevimizdir; eğer ahlaklı bir toplumsak buraları koruruz, ahmak ve ahlaksız bir toplumsak buraları yok ederiz; tarih, toplumları neyi nasıl koruduklarıyla da yargılar ve sonsuza dek mühürler; tarihin dövmesi kalıcıdır, silinmez!.. Avrupa'nın Acil korunması gereken 100 ormanından birini, birileri bize "koruyun!" demeden bizim kendiliğimizden korumamız gerekirdi. Bu bölgenin göknar ve kayından oluşan ormanları bilge ormanlardır; Avrupa'nın en yaşlı, en çok görmüş geçirmiş ormanlarındandır.




Cuma günkü programımız temelde, doğal jakuzileri olan Horma Kanyonu'nu keşfetmek ve Ilıca Şelalesi'nde yüzmekti. Kanyonun içinden geçen çayın ismi Zarı çayıdır. Kaldığımız tesise yürüyerek 20 dakika mesafede bu kanyonun sonuna, yani bitiş noktasına varılır. Şelale, kanyonun bitiş noktasıdır. Kanyon 4 km uzunluğundadır; içinde 7 şelale yani 7 kademe vardır. Su, taşlardaki kireçleri aşındırmış ve kanyon boyunca pek çok çukur ve kazanlar oluşmuştur. Normalde Horma Kanyonu'nu geçmek için teknik malzeme gerekir. Çekiç, makara, can yeleği, duvar sabitleme işleri için bolt denilen özel çiviler, karabina denilen kilitli çelik halkalar vesaire şeklinde uzunca bir malzeme listesi lazımdır. Kanyonun başlangıcından girilirse bazıları 20 metreyi bulan ip inişleri gerektirir. İp inişleri derin sulara yapılıyor. Bu tür aktivitelerde kanyonu daha önce geçmiş insanlarla irtibata geçmek de akıllıca bir iş olur. Bir işi sizden önce yapmış olanların deneyimlerinden ve teknik raporlarından yararlanmak her zaman zekice ve doğru bir davranıştır. Kanyonun uydu görüntüleri, topografik haritası gibi ayrıntılar sürprizleri önleyebilir. Elbette kanyonun derinliklerine inildikçe psikolojik sağlam duruş da gereklidir ve belki de en önemlisi budur; bazı yerlerde 2 metrelik boşluklar olur, buraya makara kurulup karşıya geçilir. Kapalı su koridorlarında güneş olmadığından sular çok soğuktur.



Biz bu teknik işlerin sıkıcılığından uzakta kalıp, kanyonda teçhizatsız, kasksız ne kadar ilerleyebilirsek kardır mantığıyla yola çıktık!.. Teknik tırmanış için bolt çakacak çekicimizi bırakın elma soyacak çakı dahi yanımızda yoktu; ama birileri "biz boltları çakacağız, makaraları kuracağız bizle gelin" deselerdi sanırım "ok" diyecektik ve ben kesinlikle boltların hangi ülke yapımı olduklarını, çeliklerinin sağlamlığını, bolt çakan kişinin ayrıntıcı ve şüpheci bir zihne sahip olup olmadığını espiriyle karışık olarak soracaktım!.. İşin doğrusu şu ki, kendi boltumu kendim çakmayı tercih ederim; en azından bir yamukluk olursa başkasını değil kendimi suçlarım!..




Kanyonun sonunda 15.67 metrelik bir iniş vardır. Burası ünlü Ilıca Şelalesi'dir ve biz buradan, sağından ya da solundan kanyona bir şekilde girmek niyetindeydik. Doğal çakıldan kıyısı olan Ilıca şelalesi havuzunda yüzülebilmektedir. Mesafeleri de vermekte yarar var. Ilıca köyünden ya da Park Ilıca tesisinden şelaleye gitmek 10 dakika kadardır; şelaleden Horma kanyonunun sonuna ulaşmak ise 15-20 dakika kadar sürüyor. Aşağıda, Ilgarini mağarasının girişinin büyüklüğü görülmektedir.




Cuma günü öğleden sonra Park Ilıca tesislerine varmıştık; Osman Sargut'la görüşüp eşyaları odalara yerleştirdik. Park Ilıca'nın sahibi Sabri Yılmaz, çakırkeyif bir insan, rakı içmeyi, müşterilerle sohbeti seviyor; Pınarbaşı'nda oturuyor, kereste fabrikası var; hemen her gece tesise geliyor sanırım. Asıl işlerle İstanbul'da oturan oğlu Erol Yılmaz ilgileniyor; biz oradayken onunla da tanıştık; başarılı bir tesis kurmuşlar; onları tebrik ve takdir ediyorum. Osman bey ise tesisteki işleri bilfiil yapan kişi. Duygu, Doğa ve Kerim isimli 3 çocuğu var; 30 yaşındaki eşi Nuray yemekleri yapıyor; onca ev işine rağmen şaşırtıcı bir şekilde mutlu ve neşeli bir kadın. Osman bey efendi ve espirili biri. Küçük kızı Doğa, orada kaldığımız 2 gece boyunca eğlencemiz oldu. 2 yaşında, zeki bir kız; son derece hareketli ve cadımsı!.. 10 yaşındaki abisi Kerim ise ciddi ve bilgiç, ama sevimli. Duygu ise 12 yaşında olmasına rağmen fazlasıyla olgun duruşlu ve çok sessiz. Restorandaki garsonlar ve tesisi işletenler bir anlamda bunlardı! Tesisin, samimi ve insanlara güvenen bir havası vardı. Park Ilıca'nın geniş çayır avlusuna çadır kurmak da mümkün; ama yatak varken çadır pek cazip gelmez bence. Ahşap kulübelerin havasını solumak gerek.



Orada kaldığımız 2 gün boyunca pastoral yaşamın harika anlarına, horozların derin ötüşlerine, milyarlarca yıldızın göklerde büyük bir berraklıkla parıldayışlarına, sabahın çiylerine, o kristal şebnemlere, uzaktan duyulan melodik su seslerine tanık olduk; şehirlerde yaşamak, bu tür yerleri görünce insana aptalca geliyor. Sanırım şehrin kırsal yaşama en önemli üstünlüğü ise böceklerin az oluşudur!..




Saat 16 civarları batonlarımızı alıp yürüyüşe geçtik. İlk gün, levha kurbanı olduk diyebilirim. "İleride levha var, sola gidince Horma Kanyonu, sağa gidince Ilıca şelalesi" dediler. Biz, Ilıca şelalesi levhasını görünce herhalde sol da Horma'ya gider dedik. Halbuki Ilıca Şelalesi yazan yerden yürüyüp 5 dakika daha gidince Horma-Ilıca ayrımı levhası varmış!.. Bizim girdiğimiz yol da Likya Yolu gibi işaretlenmişti, hiç şüphelenmedik. Kırmızı beyaz işaretleri sağda solda keşfederek devam ettik; 1.5-2 saat kadar enfes bir parkurda yukarı doğru aşırı terleyerek tırmandık. İlk 20 dakikadan sonra işaretler yok olmuşlardı ama biz devam ettik; bir tür dere yatağından ilerledik. Temmuz ayında, sık ağaçların müthiş serinliğinde ve alacakaranlıkta, Amazonvari bir sıklıktaki ormandaki yürüyüşümüzden pek bir mutlu olduk.
Aşağıdaki fotoğraf, yörede yaşayan kadınların günlük giysisidir; biz bunları düğün kıyafeti sanmıştık. Küçük kızın ismi Aleyna'ydı; işlemeli yelekli annesi ise dertliydi; kocası bar kadınıyla kaçmış, anlatacak çok şeyi, bizimse dinleyecek az zamanımız vardı, yoksa, bir yaşamın öyküsünü dinlemek her zaman güzeldir!.. Bu bölgede kimle konuştuysak içten davrandılar; merhaba dediklerimiz hemen tokalaşıp uzunca konuşmaya başladılar; çok yardımseverdiler, çok içtendiler.



Horma Kanyonu'nun girişi iyice sağda kalmış, kanyondan uzaklaşmış, 50 metrelik bir kaya duvarına yaklaşmıştık. Hava hızla kararıyordu; çok fazla patikaya girmiştik, kaybolma riski belirmişti; doğada yön bulma konusunda aramızda uzman yoktu; bunu telafi etmek için Şule, birkaç yerde taşları üstüste koyup işaret bırakmıştı; fakat galiba en iyi yöntem sprey boya alıp dönüşte yolu kolayca bulmak için belli yerleri spreylemekti; pratik ve basit bir çözümdü bu. Kafa lambalarımız olmadığından geceye kalmamak için süratle Park Ilıca'ya geri döndük. Bizim, bir anlamda yanlışlıkla keşfettiğimiz parkur, henüz proje aşamasında olan ve sadece ilk 20 dakikası işaretlenmiş "yeni bir parkurmuş." Temmuz sıcağında bile serince yürünebilecek, kırmızı mantarlarla dolu enfes bir parkurdu. Sanırım bu parkuru 4-5 saate çıkarıp, dağın solundan dolaştırarak Horma kanyonunun bir yerine ulaştırabilirler ve 10 saatlik mükemmel bir yürüyüş yolu haline getirilebilirler.


Saat 19.30'da mayoları alıp bu kez Ilıca Şelalesi'ne gittik. Tesisten çıkıp Ilıca I köprüsünden sağa dönüp ilerleyerek Şelale Gözleme'ye ulaşılır. Burada Competus Keşif Konvoyu'na ait çok sayıda cip gördük. Bunların şöyle bir siteleri var: http://www.competus.com.tr/
Şelalenin olduğu kapalı vadi gerçekten egzotik bir yer; bölgeye yaklaşınca insan kendisini masal aleminde dolaşıyor hisseder; ağaçlar ve kayalar hep yosunludur; Yüzüklerin Efendisi filminden sahneler belirir; bu sürrealist görüntü, insana özel bir yerde olma duygusu verir; fantastik bir ormanın sihirli kollarındasınızdır artık. Şelale, 3 saatlik şıpır şıpır terleten yürüyüşten sonra bize ilaç gibi geldi; sanki biz ölmüş Lazarus'tuk ve İsa da şelaleydi. Diriliş, suya girer girmez gerçekleşti; su, Vaftizci Yahya gibi bizi kutsadı, adeta ruhumuzu (yani zihnimizi) arındırdı. Hava iyice karardığından etrafta pek bir kimse kalmamıştı. Birileri bizi uzaktan videoya çekip gittiler.
Şelaleye yaklaşıp suyun biraz altına girme çabaları hiç de kolay değildi. Şelalenin yarattığı akıntı sizi kıyıya itiyordu. Ben bir ara iyice yaklaştığımda birileri yukarıdan bana çakıl taşları atıyor sandım; bu, suyun gücüydü. Bedene yüksekten çarpan minik damlalar biraz can acıtıyorlardı, sanki insanın sırtına iğneler batıyordu. Şelalenin soğuk sularından sonra yürüyüşün yorgunluğu tamamen sıfırlandı. Dönüş yolunda Şelale Gözleme lokantasında patatesli ve peynirli gözleme yedik.
Aşağıdaki fotoğrafta cadı Doğa uyurken görülmektedir. Bu çok şirin kız, canlı bir şekilde konuşurken aniden uzanıp başparmağını emerek uykuya dalmayı başarabiliyordu. Bazen eline kocaman bir karpuz kabuğu alıp onu kemiriyordu; babası Osman bey ise kabukları eşekler yer diyerek ona takılıyor, fakat uzaktan sevgiyle ona bakarak bu ufaklığı izliyordu.



İlk hedefimiz tamamlanmıştı. İkinci hedef Küre Dağları üzerinde bulunan Toprakini Kayası'nın kuzey yamacıydı, yani Ilgarini mağarasıydı. Akşam 9 civarlarında sıcak duştan sonra yemeğe oturduk. Ispıt otundan yapılmış bir yemekle (yani Ispıt Çiçeği Kavurmasıyla) açılışı yaptık. Hodan ya da Isput da derler buna. Kömürde ızgara edilmiş tavuk kanat geldi; çoban salata vardı; rakı da vardı ve sanırım Tahsin hocanın buraya gelmek istemesi için önemli öğeler mevcuttu. Jale ve Şule tavuğun market tavuğu olduğunu söylediler; bense köydeyiz, bu kesin köy tavuğudur dedim ama onlar haklı çıktı. Köy tavuğu çok daha lezzetli olurmuş. Fakat tavuk kanat da yine de çok lezzetliydi. Yemekte tatlı yoktu ve ben buna üzüldüm. Kaliteli bir tatlıyla sonlandırılmamış bir yemek bende hep "eksik kalmış" yemek duygusu oluşturur. Ahşap kulübelere geri döndük. Ben, deliksiz bir uyku çekemedim, "delikli" bir uyku çektim, çok fazla uyandım ama sabah üzeri dalmayı başardım; şansımızdan, odaya hiçbir sivrisinek girmemişti; kapıları hep kapalı tuttuk. Tesiste cep telefonları çekmiyordu ama sabit hat vardı; Cuma akşamı buradan ailelere, "Merak etmeyin yaşıyoruz" telefonları yaptık. İnsan, bir mahkumdu; bir yere gittiğinde sevdiklerine nerede olduğunu bildirmek zorundaydı, çünkü o bir mahkumdu; şartlı tahliye edilmişti, nerede olduğunu sürekli olarak bildirmeliydi!..
Nazım hoca, kendi deyimiyle acul (aceleci, hızlı) biri olarak çamaşırları hemen makineye verdi. "Acul olmaktansa sabırlı olsaydım pek çok şey başıma gelmezdi" özeleştirisini de yaptı. Bir "acul kervanı" varsa eğer, ben de o kervandayım; çoğu kez sabırlı değilimdir, her şeyi çabuk yapmak isterim, çünkü zamanımız yok, zaman kısa; zaman, yalnızca aptallar için uzundur. Hiçbir zaman zamanımız yoktu, çünkü yarın yoktur; her şey hızlı yapılmalı. Eğer Şeytan da acele işe karışacaksa karışsın; bu, Şeytan'ın bir sorunudur, bizim değil!.. Bizim görevimiz hızlı olmaktır!..


Artık 2. hedefimiz Arzın Merkezine Seyahatti. Kızılcık benzeri bir reçelle, yağa kırılmış yumurtayla, taze peynirlerle kahvaltı yapıp yola çıktık. Yerel rehberle buluşup tırmanmaya başlayacaktık. Bu bölgedeki levhalamalar çok kötüydü; otlara gömülmüş ve sadece Pınarbaşı'ndan gelirkenki açıdan görülebilen zayıf levhayı kaçırıp yanlış yöne giderek yarım saat ve hatta daha fazla kadar kaybettik; bu bölgede pek benzin istasyonu yoktur, o yüzden benzini Eflani ya da Pınarbaşı'nda full yapmak akıllıca olur. Gideceğimiz yol esasen çok basitmiş. Park Ilıca'dan 12 km uzakta bulunan Pınarbaşı yönüne doğru 3 km kadar yukarı çıkınca sağda Valla-Ilıca ayrımına gelinir. Buradan Valla köyüne daha doğrusu Valla mahallesine doğru yola çıktık. Yollar zaman zaman epeyce bozuktu. Muratbaşı'ndan geçtik. Tesisten rehbere ulaşmak zaman kayıplarıyla birlikte 1.5 saatten fazla sürdü. Giderken Valla mahallesinin içine saptık. Cip tarzı 4 çeker araçlarla bu yollar daha güvenlidir, yoksa aracın altı vurabilir ve çamura saplanılabilir. Oradan devam edip Kanlıçay'ın üzerindeki beton köprüyü geçerek Kayadibi köyüne gittik. Bu Kanlıçay, Devrakani çayı ile birleşerek Valla Kanyonu'nu oluşturmuşlardır.

Kayadibi köyü civarlarında 4 kişi bir arabanın önünde bize el salladılar. Sonrasında arabayla onları takip ettik. 1'i zayıf ötekiler iri yarı 4 kişiyle mağaraya çıkma durumu olursa bunu güvenlik mantığımız bağlamında kesinlikle kabul etmeyecektik. Bir yerde arabadan zayıf biri indi. Rehberimiz Ümit Öksüz'dü. Onu arabaya alıp yola koyulduk, arkadaşları köye gittiler. 22 yaşında efendi biriydi Ümit. Sümenler Köyü Kazla mahallesinde yaşıyormuş. Biz, buraya yakın Sorkun yaylasına gittik; ama orada Sorkun yaylası diye bir levha aramayın çünkü yok, en azından ben göremedim, kaçırmış da olabilirim.
Harika bir yaylaydı; yakında festival de olacakmış orada. Ilgari'niyi görmek için sabırsızlanıyordum. Bu bölgede bazı araştırmalar da yapılmıştı. Anadolu Speleoloji Grubu ASPEG gibi grupların çalışmalarına hızlı bir şekilde gözatmıştım. İnsan, beynini bilgi çöplüğüne dönüştürmemelidir; ben burada yazdıklarımı kısa bir süre sonra unutacağım, pek çok şey öğrendim ve bu bilgilerle işim tamamlandı; onları hafızamda tutmayacağım, istesem bile tutamam zaten; belki ancak bir kahvenin dibinde kalan tortular misali birkaç şey kalacak. ASPEG grubu, BM destekli Küre Milli Parkı Projesi yapmışlardı. Speleoloji de, mağara bilim dalıdır. Aşağıda, Nazım hoca Horma Kanyonu içinde büyükçe bir kayaya tırmanmış, üzerinde serinlerken görülmektedir.



Antropolojik kalıntıların da bulunduğu Ilgarini, dünyanın 4. büyük mağarasıydı ve prehistorik açıdan önemliydi. 858 metrelik uzunluğa kadarki bölümü gezmek mümkündür; derinliği ise 250 metredir; aşağıya zikzaklarla inilir, bazı yerler çok kaygandır, düşüp başı dizi vurmak kolaydır. Pınarbaşı merkezden 36 km uzaklıktadır Ilgarini. Sorkun yaylasında araba bırakılır; buralar güvenlidir, güvenli olduğu söylenir; yani arabaları dönüşte yine orada sapasağlam bulursunuz!.. Zaten köylüler orada araba görünce birilerinin Ilgarini'ye gittiklerini bilirlermiş.
Mağaraya giden 2 ayrı yol vardır; yollar Likya benzeri iyi bir şekilde işaretlenmiştir ve hatta 3 hafta kadar önce işaretlenmişlerdir; ama bazı yerlerde işaretler kaybolur ve yerel rehber almak akıllıcadır; buraya rehber almadan gidip de dönenler çok olmuştur, ama biz ikinci kez gitsek sanırım rehber almadan oraya ulaşabiliriz. İşaretler olsa bile öyle yerlere geliniyor ki sanki oradan hiç kimse geçmemiş, doğru yol burası olamaz diyorsunuz, çünkü ortada yol yok, sadece çalı ot ve çiçeklerle kaplı bir alan var. 1. yol çok dik ve az ağaçlıdır, sıcakta çıkış için tercih edilmez; Topdüz rotası diyebiliriz buna. 2. yol nispeten daha az eğimli ama daha uzuncadır ve buna da Ejder Rotası diyebiliriz. Mantar ve Ejder mağaralarını görmek isteyenlerin buradan çıkmaları daha zekice olur. Biz de bu 2. yolu yani Ejder Rotasını kullandık. Bu rota, yaylanın içindeki ya da ucundaki piknik masalarının bulunduğu yerden başlar. Bitki örtüsü çok canlıydı. Başlangıçta olmasa da sonradan oldukça dikçe bir patikadan, Likya Yolu benzeri kayalıklardan, ihtiyar bilge ağaçların arasından, öteki mağaralara da uğrayarak yaklaşık 2-2.5 saat yürünerek Ilgarini'ye ulaşılır. Zaman zaman kısa düzlükler vardır ve buralarda çok hoş mola yerleri bulunur.
Yol boyunca çok çeşitli mantarlar gördükten sonra Mantar Mağarası'na vardık. Buraya tahtadan merdivenlerle inilir. Çürümeye başlamış merdivenlerdeki yosunlar yine ortama masalsı bir hava vermişlerdir. Birkaç merdiven sayesinde mağaraya girdik. Mağaranın ortasında dev bir mantarı anımsatan bir dikit var. İyice serinleyip yola devam ettik. İkinci mağaraya vardık. Burası Ejder Çukuru ya da Ejder Kuyusu denilen yerdi. Buralarda cazibeyi artırmak için de böyle isimler verilir. Ejder Çukuru'na Ümit birkaç taş attı; sesi epey bir süre sonra geldi. Bazıları, ilk aşamada mağaranın 150 metrelik derinliği olduğunu söylemekteler. Bu tehlikeli mağaraya girilemiyor; içine taş atıp oradan ayrıldık ve büyük hedefe yöneldik.

Ilgarini, 1250 metre yüksekliktedir. İçindeki sarkıt ve dikitlerin 1 milyon yıllık olduğu söyleniyor; gerçi rehberimiz bunlar dünya yaratıldığında böyle yaratılmışlar diyerek çok "bilimsel" bir açıklama yaptı bize!!.. Tarihin derinliklerinde burası bir yerleşim alanı olarak kullanılmış; dini mekanlara da rastlanmış. Romalılar, Bizanslılar burada yer almışlar ama öncesi de elbette vardı; insan yaşantısının izleri bağlamında M.Ö. 2000 yıllarına dek inilmektedir. İçeride mezarlar vardır; kemikler etrafa saçılmışlardır. Mağarada kilise şapeli bile görmek mümkün. İlerleyince kafa lambaları müthiş bir görsellik sunar; mağara duvarlarında birçok damlacık vardır ve ışıklar bunlara vurunca fosfor ya da pırlanta gibi parıldarlar; insan, sürrealizmin tam ortasındadır, gerçek olanla gerçek olmayan birbirine karışır. Bir ara lambaları söndürüp eğer ışık olmasa nasıl buradan çıkarızı konuştuk ki tek yok yerde sürünmektir, çünkü ışıksız görüş sıfırdır!.. Kısacası orada kesinlikle ışıksız kalmamak gerekir!.. Biz kask takmadık ama kask takmak her zaman daha zekice olur.
Bu mağarayı yılda 2000 turist geziyormuş derler. Çok kaba bir hesapla ayda 160 kişi desek, günde ortalama 5-6 kişi eder. Grup halinde gelindiğinden buraya gelip de hiç kimseyi görmemek istatistiki olarak çok açıktır. Biz gittiğimizde de hiç kimsecikler yoktu. Rehber Ümit, ayda bir kez rehberlik yaptığını belirtti. Pek geleni gideni olmayan vahşi bir yerdir orası. O ziyaretçi rakamları da kesinlikle güvenilir değildir. Rehberimiz, 2.5 saati çıkış, 1.5 saati dönüş olan süre boyunca bir kez su içti; suyu mağaraya saklamış. Ayakkabısı Converse ayakkabıydı ve kot pantolonluydu, biz terlerken o hiç terlemedi!.. Herhalde vücudu ortama alışkındı.




Ilgarini'nin gidiş parkuru sık ormanlıdır; bölge göç verdiğinden tarlalar terk edilmekte ve orman her yerde hakimiyetini kurmaya devam etmektedir; ormanın saltanatı bizim de istediğimiz bir sonuçtur. Emperyalizm, eğer orman tarafından yapılıyorsa bu son derece kabul edilebilir bir işgal türüdür!.. Ormanın ağaçtan orduları tüm dünyayı ele geçirip dev bir imparatorluk kuracaksa buna benim hiçbir itirazım olmaz, Jül Sezar'a, Atilla'ya, Napolyon'a, Büyük İskender'e, Hitler'e, dünya hakimiyeti kurmak isteyen herkese itirazım olur ama Ormana olmaz!.. Ormanın emperyalizmi her zaman arzu ettiğim bir emperyalizmdir; çünkü orman sömürmez; alıcı değildir, vericidir; yaratır, verir; sizden sadece sevgi bekler; asla sömürmez. Aşağıdaki fotoğrafta Bartın'daki Netta Pide salonu sahibi Fikri beyin kurduğu "Omuz köprüsü" görülmektedir. Horma Kanyonu 2. Kademeye çıkış bu noktadan olur. Teknik raporlarda 7 şelaleden bahsedildiğine göre bu kanyon 7 kademeli bir kanyondur. Ben 2. kademe derken, teçhizatsızlığımıza oranla kademe diyorum.



Ilgarini artık gerilerde kalmıştı. Kuru üzüm, fındık fıstık tarzı atıştırmalar ve kısa molalar verip inişe geçtik. İnişi Topdüz rotasından yaptık. Bu rota epeyce dik ve kayalıklıdır, ama daha kısadır; buradan iyi bir yukarı çıkışla mağara sadece 1 saat sürer; bu rota da işaretlenmiştir; ama dediğim gibi öyle yerlere gelinir ki, işaret görseniz bile geri dönmek istersiniz, çünkü ortada yol yoktur, çalılar vardır sadece!.. Sorkun yaylasına vardığımızda Ilıca'dan sonraki 2. hedefimizi de tamamlamış olduk; yolda ölü bir yılan da gördük. Yol boyunca Nazım hoca video çekimleri yaptı ve inişte, Amazonsal ormanın düzlük birkaç yerinde şiir okudu. Rehbere 100 lira verdik ve vedalaşarak, teşekkür ederek iyi şanlar dileyip 3. hedefe yöneldik. Bu hedef Bakacak kayasıydı.
Valla mahallesinin içinde arabayı park edip yürüyüşe başladık, orman içine girip 1.5 km ilerledik. Valla mahallesi, Muratbaşı köyüne bağlıdır. Yaklaşık 20 dakika sonra Bakacak kayasının üzerindeydik. Buraya demirden bir merdiven yapılmış; birkaç kademeden sonra terasa varılır; daha önce düşerek uçuruma yuvarlanan olduğundan güvenlik açısından iyi bir hizmet olmuş. Bu seyir tepeden aşağıya bakıldığında insan ürperir; kuşlar aşağılarda uçmaktadırlar. Burası 548 metrelik tırsıtıcı bir uçurumdur. Valla'nın yüksekliği ise 1200 metredir. Rehber bizi oraya çıkarabileceğini söyledi, ancak zaman yeterli değildi. Oraya çıkılınca söylenen doğruysa sürüne sürüne bir uçurumun başına gelinip aşağıya, yani 1200 metrelik korkunç ve dipsiz izlenimi veren uçuruma, sarp kayalıklara bakılabiliyormuş, eğer cesaret varsa tabii!.. Kartal, akbaba ve doğan gibi yırtıcılar için bu sarp kayalıklar mükemmel yuvadırlar. Sola, Kayadibi köyüne taraf bakıldığında aşağılarda Kanlıçay görünür. Sağa bakıldığında ise Azdavay'dan gelen Devrakani çayı görülür. Bunlar Valla önünde buluşup elele tutuşarak iki haşarı arkadaş gibi kanyonun içinden maceralar eşliğinde eğlenerek, kayaları oyarak ilerler ve Cide'ye, kuzeye doğru 12 km yol alırlar; oradan Karadeniz'e dökülürler. Valla Kanyonu için dünyanın 2. büyük kanyonu derler; fakat bu çok önemli değildir, çünkü sıralamalar değişir. Ben en büyüğünün Arizona'daki Büyük Kanyon olduğunu sanırdım. Valla'nın 1200, oranın 1800 metre derinliği vardır ve uzunluğu 466 km'dir. Ama bir kanyon daha bulunmuştur; ismi Yarlung Tsangpo'dur. Ölçüleri dudak uçuklatır. Tibet'in ulaşılmayan bir bölgesindedir; Tibet zaten yabancılara tamamen kapalıdır; gitmek isteseniz de gidemezsiniz, ancak kaçak giriş yapılabilir!..


Valla Kanyonu seyir terası olan Bakacak zirvesiyle birlikte 3. hedef de tamamlandı ve Park Ilıca'ya geri döndük. Artık akşam 19.00'dan sonra şelalede yıkanmak geleneksel hale gelmişti. Yangınlı ufuklar göklerde son çırpınışlarını yaparken biz şelalenin soğuk sularında alacakaranlıkta yeniden dirildik. Su, maharetli elleriyle bize soğuk bir masaj yaptı. Sudan çıkışta hiç üşüme olmuyor, tersine sağlam bir diriliş, sanki gün boyunca hiç yürünmemiş hissi yaşanıyordu. Aklımız, akşam yapılacak olan ızgara köftelerdeydi. Ancak köfteleri pek beğenmedik, etin tadı farklıydı; normalde 4 tane yiyebilecekken 2'şer tane yedik; tekrardan tavuk kanat alıp onları yedik. Bir de siyah renkli bir ot çorbası içtik ve ben bunu beğendim; ayrıca karpuz ve kirazlı kırmızı şarap da güzeldi; ertesi günkü aktivite daha light olacak şeklinde düşündüğümüzden alkol yasağını kaldırdık. Geceyarısına kadar köy odası benzeri yerde sohbet edip yarınki hedef için enerji topladık; Samanyolu'nun büyüleyici bulutsuluğu altında küçük birer molekül gibi durup yukarıyı izleyerek ormanın derinlerinden gelen ceylan çığlıkları eşliğinde yattık.


18 Temmuz Pazar sabahı ilk önce Ayazma denilen Roma hamamını gördük. Burada Jale, kırmızı bir yılan görerek küçük çaplı bir çığlık attı. Tesisin ve arazinin sahibi Sabri bey de burada çok yılan olduğunu söyledi. Ayazma'dan Horma Kanyonu'na yöneldik. Park Ilıca'nın köpeği peşimize takıldı; birkaç kez ormanın derinlerinden gelerek bizi korkuttu; sanki içerilerde bir şey görmüş gibi oradan apar topar kaçtı. Kanyon girişine vardığımızda şelalenin döküldüğü yer 10 metre kadar aşağıda kalmıştı. Kanyonun içine doğru inişe geçtik. Birkaç kişiden oluşan bir aileye rastladık. Kanyona girecek uygun kıyafetimiz yoktu; mayo dahi almamıştık. Kanyon, 4 km öteden kademe kademe aşağıya iniyordu; nizami olarak 7 kademe vardı. Bizim olduğumuz nokta, Ilıca şelalesinin üzerinde, şelalenin döküldüğü noktadan 40-50 metre kadar içerdeydik. Kademe kademe yükselmek gerekiyordu. İlk kademe için sudan geçip yükselmek kaya tırmanışı yapmadan mümkün değildi; zaten sudayken kayaya boltu çakmak da olmazdı galiba. Sağdan, ancak yardımlaşmayla ya da sağlam parmak çekişleriyle çıkılabilecek bir olasılık vardı. Tereddütteydik.

Bartın'da Netta Pide salonunun sahibi olan Fikri bey yukarıdan epey bir çaba göstererek aşağıya indi. Son derece efendi biriydi ve yukarıdaki güzellikleri görüp çekmelisiniz dedi. Epeyce ısrar etti ve onun ısrarlarıyla çıkışa geçtik. Bir köprü kurdu; omzuma basın dedi, bizimkiler basmamakta direndiler, ayıp olur dediler. benim bacağım biraz uzun olduğundan bana gerek kalmadı. Bu arada inişte de ben köprü oldum ve Fikri bey omzuma bastı; sonradan espriyle karışık kaç kilosunuz dedim, 109 dedi! Olduka iri yarı bir arkadaştı. Onun sayesinde ağaçlara tutunarak 10 metrelik uçurumdan tehlikeli ve "hata-affetmez" bir yatay geçiş yapıp 1 kademe (7 kademeden farklı olarak) yükselmiş olduk ve bu 2. kademede enfes bir mazara daha karşımıza çıktı. Bazı geçiş yerlerinde Fikri bey elini koyup basamak yapıyordu; kaygan kayada duracak bir nokta yaratıyordu, yoksa kayıp kazan denilen yerlere, fırıldak gibi dönen su çukurlarına düşülürdü. Kayaların üzerindeki beyaz alanlar müthiş kaygandı ve onları kazıyıp siyah alana dönüştürüyorduk ki kayma olmasın. Pantolonumuzu sıvamıştık. Bir noktadan sonra tamam dedik; suya düşebilirdik, makine ıslanabilirdi. Ayrıca suya düşerken kask olmadığından son derece tehlikeliydi. Fikri bey de fazla ötelere gitmemişti ama kaç kademe çıkarsanız o kadar büyüleyici yerler karşınıza çıkar dedi. Bizim oralardaki güzellikleri görmemizi istemesindeki içtenliği takdir ettim, oradaki muhteşem ortamı paylaşmayı heyecanla istiyordu. İnsanımızın bazen böyle harika samimiyeti olur; bunda ne çıkar vardır ne art niyet; büyük bir saflıkla ve iyiniyetle bizim oraya çıkmamızı ve daha da ilerlere gidip fotoğraflamızı istemesi günün en güzel anlarından biriydi. Böyle hoş bir şeyi başka bir ülkede bu içtenlik düzeyinde bulabileceğimizi hiç sanmıyorum. Fikri beye teşekkür edip tokalaşıp vedalaştık.

Kediler ağaca tırmanırlar ve bazen de ağaçta kalırlar, çünkü iniş her zaman daha zordur ve kazalara daha açıktır. Bizimki de biraz böyle oldu ama kazasız belasız Horma Kanyonu 2. kademeden inip tesislere geri döndük. Biri hariç bütün hedeflere ulaşılmış oldu. Bu da Karabük yakınlarındaki Eskipazar - Hadrianapolis antik kentiydi ki ona da Pazar günü dönüş yolunda uğradık ve etkinliği tamamladık. Karabük'te başlayan şiddetli yağış antik kente de varmıştı. Bu antik kent çok geniş bir alana yayılmış. Oradaki taş ocağından çıkan taşlarla da Anıtkabir yapılmış.


Böylece, yıllardan beri aklımda olan bir şeyi de gerçekleştirmiş oldum. Bir kapıyı açmanın en güzel yanı, artık o kapının ardında ne olduğunu bilmektir ve o kapıyı yeniden açıp içeri girmek kolaylaşmıştır. Eskiden Ilıca Şelalesi'nde yüzmek çok uzaklardaydı, şimdi yanı başımızda!.. Bir gün gelir de Samanyolu'ndaki gezegenlere gidersek, oralar da uzak olmaktan çıkarlar; nereye adım atmışsak, artık orası sonsuza dek bize gelmiş, bizim olmuş demektir...

Etkinliğin sonunda Yahya hocanın meşhur sözünü tekrarladık: "İyi ki gelmişiz yaw!"

Nazım Hikmet'ten bir şiir alıntısı ve sonra da bir müzikle yazımı sonlandırıyorum; Yaşamaya Dair:

"Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı,

Yetmişinde bile mesela, Zeytin dikeceksin,

Hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil,

Ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için,

Yaşamak yani ağır bastığından."

Edith Piaf'tan bir müzik: Padam, Padam


Mehmet Murat ildan

Saturday, July 10, 2010

Gürleyik Keşif Gezisi



Halk şairi Yunus Emre'nin doğumundan 770 yıl sonraki yılın, yani 2010 yılının 10 Temmuz Cumartesi günü, Gürleyik Köyü taraflarına 4 arkadaş bir "ön keşif" gezisi yaptık. Etkinliğe Nazım hoca, Jale, Şule ve ben katıldık. Yaz dönemi rehavetini dinamizme çevirmenin en iyi yollarından biri seyyahlıktır.





Bu blog yazımda bugün gördüğüm yerlere dair gözlem ve düşüncelerimi, duygu ve yorumlarımı ve elbette eleştirilerimi yazmak arzusundayım; bu bölgeyi henüz görmemiş olanlara da bir "ön bilgi" sunmuş olmayı umut ediyorum.




Sabah 8.47'de özel araçla Polatlı yönüne doğru hareket ettik. Bu yol üzerinde oldukça sık radar denetimi yapıldığından hızımız 100'ü pek geçmedi. Burada denetimin amacı elbette insanların hız yapmalarını engellemek, onların hayatlarını korumak değil; devletin onlarca yıldır soyulmakta olan kasasına para aktarımı yapmaktır. Ankara'nın Sincan ilçesine bağlı bir mahalleye dönüştürülmüş olan Temelli'den geçerken yakınlardaki gölette Tahsin hocaya uygun mangal yerlerini göz kararı saptadık.




Ankara Polatlı arası 76 km'dir. Buradan, Yassıhöyük köyünde bulunan antik Gordion şehrine geçtik. Gordion, Polatlı'dan 22 kilometre uzaklıktadır. Friglerin ilk kralı Gordios'un adının verildiği bu antik kentin kuş cıvıltılarıyla dolu müzesini, yöreye ait bitki türlerinin bulunduğu hoş kokulu bahçesini ve efsanevi Kral Midas'ın serin mezarını gezdik. Efsaneye göre bu kralın dokunduğu her şey altına dönüşürmüş; kral da bundan memnunmuş, ta ki yiyeceği şeylere dokunduğunda onların altına dönüştüklerini görene dek!.. İnsanın para hırsının er ya da geç duvara toslayacağını bize anımsatan hoş bir anekdottur bu. Bu mezar 1900'lü yıllarda demiryolu yapılırken Avusturyalı bir mühendis tarafından keşfedilmiştir; ileride yazacağım, Yunus Emre'nin mezarını da yine bir yabancı tesadüfen bulmuştu. Arkeolojik keşiflerin epeyce bir kısmı tesadüfi keşiflerdir. Bazen bir atlı, bir çöl Bedevisi atla giderken yol çöker ve oradan bir tarih çıkar; Mısır'da bu tür keşifler çok olmuştur.



Kral Midas'ın mezar odasındaki ahşapları ilgiyle izledik. 2695 yıllık bu ahşaplar çürümesin diye özel bir teknik kullanılmış. Burada fazla zaman harcamadık; Zonguldak'tan gelen işçilerin açtıkları loş dehlizlerden güneşli dünyaya çıkıp yeniden 22 km geri giderek Ankara-Sivrihisar yoluna girdik. Böylece başlangıç olarak 120 km yapmış olduk.





Uzaklardan, Polatlı'nın simgesi olmuş Sakarya Zafer Anıtı'nı gördük; Sakarya Meydan Savaşı'nda ölenlerin anısına yapılmış trajik bir anıttır bu. Eğer bu ülkede özgürce dolaşıyorsak, bu isimsiz kahramanların canları uğruna verdikleri çabaların sayesindedir bugünkü hürriyetimiz, kıymetini asla bilmediğimiz bağımsızlığımız.



Güzergah üzerinde Alagöz Karargah Müzesi vardı, ancak oraya başka bir zaman gitmeye karar verdik. Nerede gizemli bir levha görsem, oraya sapıp gitmek, bilinmeyeni bulmak, kafada karanlıkta olanı aydınlığa kavuşturmak benim hoşuma gider. Bu Alagöz Karargah Müzesi levhası da böyledir. Sakarya savaşında düşman, Polatlı yakınlarına ulaşmış ve Batı Cephesi Komutanlığı, Alagöz köyünü karargah yapmıştır. Atatürk, 13 Eylül 1921 tarihine kadar devam eden savaşı o köydeki bir çiftlik evinden idare etmiştir; kısacası, görülmesi gereken, görmemiz gereken bir yerdir; maziye aittir, ama gelecek mazi üzerine kurulmuştur. Mazi, hiçbir zaman mazi değildir; her zaman bizimledir; bizi biz yapan odur, geçmişin ta kendisidir. Bizim ulaştığımız yer neresiyse, biz oraya mazinin basamaklarıyla çıkmışızdır ya da inmişizdir.



Polatlı'dan 45 km daha gittikten sonra sağa saparak Mihalıççık yol ayrımına girdik. Buradan itibaren 27 km sonra Yunus Emre beldesi vardır. Yol boyunca sararmış buğday tarlaları gördük; geniş biçerdöverleri yollarda zar zor geçtik; Afyon yakınlarında görmeye alışkın olduğumuz mermer ocaklarını bu kez Mihalıççık yol ayrımından sonra sıkça görmeye başladık. Bazı dağlar tamamen mermerdiler; bu mermerden dağları görmek beni şaşırttı. Şaşırtmayan şey ise yolda rastladığımız ince uzun zarif leyleklerdi. Ağaçsız çorak yolda zaman zaman Fazıl Say, bazen Nilüfer, bazen de Sezen Aksu dinleyerek ilerlerken taş ocaklarına da rastlıyorduk. Aracın klimasını bir açıp bir kapatıyorduk; ben genellikle kapatıyordum, çünkü klima boğazı şişirebiliyordu!..




Bu yol müthiş ıssız ve sessizdi; yolda kalınmaması gereken bir yerdi; arabalar ender olarak görünüyorlardı. Karacakaya Kral Mezarı levhasını geçtik. Buralar Frigyalıların bölgesiydi; tarihin derinliklerindeki sayfalarda bir zamanlar boy göstermiş bu esrarengiz insanları düşünerek yol aldık.





Acıktığımızda Haşhaşlı ekmek, kıymalı börek ve muz yiyorduk. Kıymalı börekler oldukça lezzetliydi ve çok makbule geçti. İlerledikçe ağaçlar çoğalmaya başlamışlardı. Meşe ağaçları hoş bir görüntü farklılığı yarattılar; çoraklıktan yeşilliğe, ölümden yaşama geçtik. Düz yol virajlanmış, yılanlaşmıştı artık; kıvrıla kıvrıla ilerliyorduk. Yüzlerce çam ağacı gördük; bunlar "dikme-yetiştirme" ağaçlardı ve gelecekte büyük bir ormana dönüşeceklerdi. Yükseklerden Yunus Emre beldesi göründü; aşağıya inişe geçtik. Bir süre sonra külliyeye vardık.


Külliye, Sarıköy tren istasyonuna ve meşhur Porsuk çayına oldukça yakın bir yerdeydi. Külliye'nin geniş bir avlusu var ve bu avlunun bulunduğu yerde taştan yapılma hoş bir Selçuklu camisi mevcut. Mekanda tatlı bir huzur, zihinleri dinginleştiren, ruhları yatıştıran bir atmosfer dikkatleri çekiyordu; karga sesleri duyuluyordu; hafifçe esen serince bir rüzgar vardı. Ben karga seslerinden rahatsız olmam ve hatta severim. Polatlı'yı gezenler bilir, oranın şehir merkezindeki ağaçlarda da çok sayıda kuzgun (karakarga) olur.


Göçmen gibi bir kadın Külliye'nin kapısında bizleri karşıladı, biraz kulaktan dolma bilgiler verdi. Kültür evinden içeri girip dolaştık, odalarda bağdaş kurup oturduk, üç-beş saniye tespih çektik. Yandaki müzeyi de, anahtar getirtip açtırıp gezdik. Müzedeki bir fotoğraf hoşuma gitmişti. 1949 yılındaki bir halk topluluğu fotoğrafıydı bu; insanlar şimdikinden daha modern görünüyorlardı sanki! 1949 yılının Mayıs ayının 4. günü orada 15 bin kişilik bir kalabalık toplanmış ve Yunus Emre'nin naaşı 2. mezara nakledilmiştir.




Bir sevgi insanı olan Yunus'un Türkiye'nin değişik yerlerinde 7 ayrı mezarı vardır, ama gittiğimiz yer muhtemelen onun gerçek mezarıdır. Yunus Emre beldesine eskiden Sarıköy deniyormuş. Mezar, demiryoluna yakın bir yerde bulunmuş. Küçük bir avlunun içindedir bu mezar. Yunan işgalinde yıkılınca 1949 yılında demiryolundan biraz daha uzağa, 2. mezara alınmıştır. Sanırım demir yolundan gelen kıvılcımlardan dolayı da birkaç kez otlar tutuşup yangın çıkmış; o yüzden 2. mezar yerine taşımışlar. 1970 yılında ise naaş 3. mezara nakledilmiştir. Bu 8 sütunlu türbe mezarın üzerinde Yunus Emre'nin 3. mezarı yazısını okuduğumda önce ne olduğunu anlayamamıştım. Umarım 4. mezara nakil olayı olmaz!.. Mezar taşında Yunus'un yaşam felsefesi olan şu yazı yer alır:


"Gelin tanış olalım,
İşi kolay kılalım,
Sevelim sevilelim,
Dünya kimseye kalmaz."


Yine bir başka dörtlük:


"Cümleler doğrudur
Sen doğru isen,
Doğruluk bulunmaz,
Sen eğri isen."


Yunus'un özelliklerinden biri de Arapça ve Farsça varken halk dilini kullanmış olmasıdır. Buradaki gezimizi ve incelemelerimizi tamamlayıp Porsuk çayı üzerinden geçerek Mihalıççık'a hareket ettik. Etkinlik boyunca Nazım hoca Video çekimi yaptı; Videoyu gören köylüler "Hangi kanalda çıkacağız!" havasına kapıldılar. Herkesin ruhunun içinde "ünlü olmak" arzusu var gibiydi; meşhur olmanın trajedilerine dair akıllarında hiçbir ipucu yoktu; şöhretin çirkin yüzünü görecek gözlere henüz sahip değildiler!.. Ah, bir fırsat bulabilseler de ünlü olabilselerdi, ne müthiş bir mutluluk yaşayacaklardı!.. Taptuk Emre'nin öğrencisi Yunus Emre'den sonra 24 km daha gittik. Ankara'dan itibaren toplamda 215 km yapmış olduk. Gezimizin bir noktasında nihayet ünlü olmak istemeyen akıllı küçük bir kıza rastladık. Ben fotoğraf çekerken şapkasını indirdi ve çekime kesinlikle izin vermedi; herhalde ünlü olmaktansa gizli saklı kalmanın güzelliğini bilinçsizce hissedebiliyordu!!.. Anneannesinin bütün ısrarlarına rağmen şapkasını açmadı; minik elleriyle şapkasına sıkı sıkıya sarıldı, ama yine burada, bu bloglarda boy göstermekten kurtulamadı!..




Yollar güzel ve çukursuzdu; şehirlerin çirkin kalabalıklarından, alışveriş merkezlerinin boğucu ve yapay havasından uzaklaşıp sonsuz bozkırlarda; buğday, arpa ve pancar tarlalarının arasından süzülerek ilerlemek gerçek özgürlüğün tadının ne olduğuna dair ip uçları verebiliyordu insana. İnsan, şehirde, beton binaların kıskaçları arasında özgür olamaz; özgürlük yalnızca doğadadır; sonsuz ufukların, engin kırların olduğu yerdedir hakiki hürriyet.


Sündiken dağları üzerindeki Mihalıççık ilçe merkezine ilerlerken sağda kiraz bahçeleri gördük. İlçedeki bir adam bize bir lokanta tarif etti, ancak orayı beğenmeyip bir başkasına baktık, onu da beğenmeyip ona yakın bir yerde, Buket lokantasında yemek yedik. Yemekte mercimek çorbası, çoban salatası, kişi başı 2 ızgara köfte ve yağlı yoğurt yedik. Pazardan "kurtsuz" kiraz ve "iyisinden" armut, marketten ise soğuk su ve eriyen plastik bardak aldık.



Şehrin ismi Köse Mihal'den geliyormuş. Gazi Köse Mihal bir Rum beyi (Mikhael Kosses). Vaktiyle Orhan Gazi ile savaşıp yenilmiş, sonra Orhan Gazi ile dost olmuş. Vefat edince Orhan Gazi ilçeyi alıp Mihal oğullarına vermiş. Köse Mihal'in küçüklüğü Mihalıççık'ta geçtiğinden dolayı küçük anlamında Mihalıççık denmiş. Oradaki lokantacıya sorduğumuzda ise şöyle demişti: Rum komutan Mihalıç köye gelmiş ve halk bağırmış: Mihalıç Çık dışarı, Mihalıç Çık dışarı! Tabii bu uydurma bir açıklama. Yukarıdaki çok daha mantıklı görünüyor. Tabii en doğrusu nedir bilemem; kendim oturup araştırmam gerek ki ancak Mihalıççıklı olsaydım ve üşenmeseydim bunu yapmayı belki isteyebilirdim.


Mihalıççık'ın kuzeyinde Nallıhan ve Sarıyar barajı var. Yeniden yola koyulduk; kiraz ve elma bahçelerini uzaktan seyrederek ilerledik. Mihalıççık'tan sonra şaşırtıcı bir biçimde ormanlık bir alan başlar. Sündiken Dağları'nın üzerindeki 1550 rakımlı Kartal Geçidi'ne geldiğimizde Temmuz ayında harika bir serinlikle karşılaştık. Burada pek çok yürüyüş parkuru gözle görülebiliyordu. Yani orman içi ticari yollardan birine girip çam kozalarının harika kokuları eşliğinde 4 saat kadar gidip sonra yine aynı yoldan geri dönerseniz 8 saatlik orman-içi güzel bir parkur ortaya çıkar.


Bu yol güzergahında, kekik kokulu Sündiken ormanlarından geçerken dönüşte ciddi bir kaza tehlikesi de atlattık. İçi adam dolu bir minibüs, büyük bir hızla keskin viraja girdi; biz de aynı anda o viraja girmek üzereydik; minibüs viraja hızlı girdiğinden dolayı tamamen bizim şeride girdi, virajı dışardan aldı; biz ancak sert bir fren yapıp sağdaki uçurumu sıfırlayacak biçimde sağa kaçıp durarak çarpışmaktan son anda kurtulduk. Sadece fren yapıp dursak da sağdaki uçuruma doğru kaçmasaydık yine çarpışacaktık. Klasik söz olan "Verdiğimiz bir sadaka varmış" sözünü söyledik, ki yolda Şule sanırım Mihalıççık Pazar yerinde 50 lira düşürmüştü. Böylece bu parayı, espiriyle karışık olarak kazadan kurtuluşumuzun bedeline saydık ve para iyi ki düşmüş dedik!.. Kazaların sebebi çoğunlukla ya cehalettir ya da "karşıdan nasılsa araba gelmez" varsayımına dayanan bir "über-ahmaklık" ve başkalarının hayatıyla kumar oynama karaktersizliğidir. Bu kaza tehlikesi biraz nabız sayısı artışı ve stres yarattı ancak bir süre sonra yeniden gezi havasına döndük.



Mihalıççık'tan sonra ilk önce Lütfiye köyü görülür. Daha sonra çömlekçiliğiyle ünlü Sorkun köyü vardır. 800 yıllık bir gelenektir bu çömlek yapım işi; köy halkının tamamı çömlek yapar. Biz bu köyden geçerken durduk ve kızıl toprakla çömlek yapan 2 teyzeyle bir süre sohbet edip sıcak çömleklerden çıkan gizemli dumanları izledik. Teyzelerin fotoğrafları çekilirken biraz utandılar, ama gülüşüp kıkırdadılar da!.. Yine, bir alt-kültür gerçeği olan "Artist olma" duygusu hakimdi burada da ve her yerde ve her zaman ve her çağda ve her yaşta ve her koşulda ve her daim!.. Sorkun'dan sonra Dinek beldesi yer alır. Gürleyik'e yaklaşırken uzaklarda Arizona ya da Büyük Kanyon tarzı bir dağ görünür. Yolculuğun bu kısmı boyunca hep Sündiken dağları vardır; yollar virajlı ve yukarıda da yazdığım gibi yer yer tehlikelidir, dalgınlığa gelmez; böyle yerlerde dalgınlıkla ölüm kardeştirler; arabayı kullananın dalgınlık yapma lüksü yoktur.


Mihalıççık'tan 25 km ötedeki Gürleyik köyüne vardık; buraya gelmeden önce ormanın içinden Sarıyar barajı da uzaklardan görülebiliyordu. Vadiye vardığımızda toplam 240 km yol yapmış olduk. Gürleyik; Karadeniz'in yeşilliklerini biraz olsun anımsatır. Köyün girişinde bir köprüden geçilir; Gürleyik deresinin görüldüğü ilk nokta burasıdır. Bahar ve sonbaharda bu dere gürlermiş ve adı da buradan gelirmiş. Değirmen Mevki denilen yerde durduk. Gürleyik Değirmenini gezdik; burada hoş bir un kokusu vardı; un ve hamur kokusunu çok severim.



Değirmen Mevki girişinde "Su gibi aziz ol, bu davada bizimle ol." yazısı vardı. Dava, HES davasıdır!.. Gürleyik çayına hidroelektrik santrali yapılmak istenmektedir. Antiemperyalist ve solcu bir film olarak da nitelenen Avatar filminde doğaya inanan Avatarlardan esinlenen Gürleyikliler kendilerine Gürleyik Avatarları demişler ve HES'e karşı mücadeleye girişmişlerdir. Kültür Bakanlığı uzmanları Gürleyik'i incelemişler, burayı sit alanı ilan etmişler ve HES de iptal edilmiştir. Bu dediğim olay sanırım bu Temmuz ayı içinde gerçekleşmiştir. HES'ler ekosistemi bozarlar ve bunların yapımlarında çok ayrıntıcı, çok dikkatli olmak gerekir. O yüzden evde fazladan lamba yakmamak gerekir; enerji ihtiyacımızı azaltırsak daha az HES yapılır!.. Her şey bizim elimizdedir; bu ülke tamamen orman veya tamamen çöl olabilir; bu, bizim elimizdedir; geminin kaptanı biziz, bizim aklımızdır, bizim mantığımızdır!..


Kültür Bakanlığı bu bölgeyi koruma kararı almışsa bunu takdir etmek gerek. Sit alanlarını korumak için daha fazla bütçe de gerekli elbette. Bunun yolu ilk aşamada çok kolaydır. 100 bin imam, 100 bin cami gibi saçma ve gereksiz, ülke kaynaklarını boş ruhani işlere harcama hedefine kilitlenmiş görünen Diyanet'in 2010 bütçesi 2.7 katrilyondur; bu, bir ülke için bir utançtır. Başka ülkeler için de bu yargı geçerlidir; yani hangi ülke ruhani işlere, din işlerine para akıtıyor ve ülke kaynaklarını böyle çarçur ediyorsa bu durum o ülke için gerçek bir utançtır; henüz yeterli okulu olmayan, henüz yeterli hastanesi, yeterli üniversitesi olmayan bir ülke için öteki alanlara harcanan her bir kuruş o ülke için en büyük kara lekedir.


Kültür Bakanlığı'nın tam rakamlarına bakmadım ama 700 trilyon civarında bir şeydi. Diyanetin bütçesini ilk aşamada 300 trilyona indirip oradan kalan parayı Kültür bakanlığına, Milli Eğitim Bakanlığı'na vermek gerekir. Bir ülke, imamlar, rahipler ve hahamlar olmadan, dinsel kurumlar ve törenler olmadan, kutsal kitaplar olmadan yaşayabilir, gayet de rahat ve huzur içinde yaşayabilir; onlara hiç ihtiyaç yok; ama doğası olmadan, geçmişten bize kalmış kültürel mirasları, ormanları, harabeleri, kıyıları, bütün doğal güzellikleri korunmadan, insanları eğitilmeden, çölleşmiş doğa ve cahilleşmiş zihinlerle dolmuş bir şekilde, aptallaşmış ve dogmatikleşmiş bir şekilde yaşayamaz; daha doğrusu yaşar, ama ona "modern insan" denmez, "ilkel insan" denir; o ülkeye de "modern ülke denmez, "Ortaçağ ülkesi" denir. Aynı şey, yani dine, dinsel kurumlara para akıtma olayı eğer İngiltere'de de varsa, ABD'de varsa orası da "modern ülke" olamamış demektir. Türkiye, önceliklerini değiştirmelidir. Memleketin ve hatta dünyadaki bütün ülkelerin en büyük sorunu yanlış önceliklerde, yanlış şeylere öncelik vermekte düğümlenir; bu düğümü çözmenin yolu öncelikleri değiştirmektir. Öncelik bilimdedir, doğadadır, eğitimdedir, okuldadır, hastanededir. Memlekette 1000 tane hastane varken, 100 bin cami yapamazsınız; önce 100 bin hastaneniz olacak, önce 100 bin kaliteli laik okulunuz, yüzbinlerce kaliteli bilim adamınız olacak!.. Öncelik bunlardadır.


Değirmen Mevkii ile Gürleyik çayının kaynağı arasında 4 kilometrelik kısa bir mesafe vardır. Biz, köyün kahvehanesinin hemen yanındaki yoldan sola dönüp 2 km kadar ilerledik. Tek şeritli çok dar bir köy yolu olduğundan Nazım hocanın 4 çekerini yolun çatallaşıp 2'ye ayrıldığı noktada park ettik ve sola dönüp aşağı doğru yürüdük. En iyisi, arabayı kır kahvehanesinin önüne park etmektir. Bu arada Nazım hocanın Black Diamond batonlarının açılıp kapanma sistemlerini çok beğendim ve bir gün yeniden baton alırsam bu "döndürmesiz sistemle" yapılmış olanı alacağım.


Çayın kaynağı çok güzel bir yerdi. Yol boyunca bir sürü ceviz ağacı ve dut ağacı vardı; reçellik dağ incirleri, çeşit çeşit kır çiçekleri mevcuttu. Yolda balık adam kıyafeti içerisinde Salim hocayla (Salim Erdal) ona yardım eden Emre'ye rastladık (Emre Yatar). Yarın, yani Pazar günü Anadolu Doğa Grubu ADOG burada bir "Ters yönlü su yürüyüşü," daha doğrusu "su trekking yarışması" yapacak. Sanırım bunun teknik alt yapısıyla ilgili çalışıyorlardı, suya ip döşüyorlardı. Onlarla kısa bir konuşmadan sonra kaynağa gittik; burada çay içtik, börek yedik; Cumartesi olmasına rağmen piknik için gelmiş sadece tek bir aile vardı.


Mayo olmadığından yalnızca diz üstüne kadar ayaklarımızı sıvayıp suda dolaştık. Bu bölümde Turkuaz renkli su çok temizdi ve yüzmek için en ideal yerlerden birisidir orası. Suya dalıp, yeşil otların arasından yukarıdan gelen şelaleciklerin altında durmak, soğuk su damlalarıyla çarpışan sıcak bedenimize masaj yaptırmak keyif verici bir şey olmalıdır. Piknikçi aile suyun ortasındaki kumdan adada ateş yakmış, yayın balığı pişiriyordu; balık, aşırı pul biberlenmişti!..


Nazım hoca, Orhan Veli'nin bir şiirini okudu; video çekimleri yapıldı. Ön keşfimiz tamamlanmıştı. Saat 17 civarlarıydı; programda, Beylikova'dan Sivrihisar'ın arkasına dolanıp, o bölgeyi de görmek ve sonra da Sivrihisar'a (Justinianapolis'e) 13 km uzakta bulunan Pessinus (Ballıhisar) antik kentini gezmek vardı. Gece Ankara'ya dönüşümüz 23.30'u bulacağından bu geziyi başka bir zamana bıraktık. Gürleyik kaynağından dönerken ötelerde Hacı Halit Ağa Konağı'nı da görüp uzaktan fotoğrafladık, daha doğrusu fotoğrafladım. En üstteki fotoğraftır bu.



Ankara'ya dönüşte Nasrettin Hoca Yay tesislerinde tatlı molası verdik; ancak tatlılar baya kötüydü; 2 saatte bir acıkan biri olarak ben taze fasulye yedim ve güzeldi, kolay beğenmeyen biri olarak kolayca beğendim. Buradan, Nasreddin Hoca'nın doğum yeri olduğu iddia edilen kasabaya gittik. Henüz açılmamış evi ve kütüphaneyi gördük. Çoluk çocuğa rehberlikleri için biraz para dağıttık. Hava kararmaya başlarken Ankara'ya döndük. Gün içinde yaklaşık 450 km yapmış, yeni yerler görmüş, yeni bilgiler edinmiş, yeni vizyonlar kazanmış olduk. Bilgi havuzumuza yeni sular aktı; suyun miktarı çoğaldı. Scientia Est Potentia! Bilgi güçtür!.. Yunus'tan bir dörtlük ve bir müzikle yazımı sonlandırıyorum:


"Yunus Emre der hoca

Gerekse bin var hacca

Hepsinden iyice

Bir gönüle girmektir."



Ve bir İrlanda şarkısı:


http://videoizle.video75.com/sD8O-Jy_geD/irish-song-flute-music/


Mehmet Murat ildan