Sunday, November 28, 2010

Yanık Yaylası Yürüyüşü


Bugün 2010 yılının 28 Kasım günü. Geçmişte bugün neler olmuş derseniz, 428 yıl önce bugün, Üstat Shakespeare ve eşi Anne Hathaway evlilik lisansları için 40 sterlin ödemişler!.. Güne başlarken bugünün geçmişte ne ifade ettiğine ve ne içerdiğine bakmak, insanı gün içinde farklı zaman boyutlarına götürebilir ve güzel bir zihinsel oyundur bu. Bu haftasonu Ankara Trekking grubuyla Yanık Yaylası'na gittim. Geçmişten geleceğe bir not düşmek için şimdi biraz bu etkinlikten bahsedeceğim.




Etkinliğe 39 kişi katıldı. Kazan'a varmadan Serkan Cafe isimli bir yerde çay/börek molası verdik. Burada insanlar komünal yaşam mantığıyla ellerindeki yiyecekleri masaya koydular ve herkes bir şeyler atıştırdı; ben sadece bir parça taş ekmek tabanı yedim. Kızılcahamam'ı biraz geçince solda Kızılcaören Köyü'ne Hoşgeldiniz levhası olan bir yer vardır. Burada inerek 10.20'de yürüyüşe başladık. Aralık ayına girmek üzereyken hava sıcaklığı 20 derece kadardı ve enfes bir güneş vardı; güneşte 25 dereceyi görüyorduk. Ben sadece tek kat bir Decathlon içlikle bütün yürüyüşü tamamladım.




Kızılcaören mezarlığının yanından - orada yatanları birkaç saniye düşünüp - süzülerek geçip ticari toprak yolda ilerledik. Bu köydeki insanlar Balkan göçmenidirler; 93 harbi denilen Osmanlı-Rus harbinden sonra bu Türkler buraya gelip yerleşmişlerdir ve iyi de yapmışlardır çünkü buranın iklimi de Balkanlar iklimi gibi nemlidir. Yürüyüş boyunca, ölmekte olan ağaçların kovuklarındaki capcanlı sarmaşık türü bitkileri görüp bu tezada şaşırdık: Sanki ölümün içinden yaşam fışkırıyor gibiydi, ki aslında buna şaşırmamak gerek; çünkü ölüm, her zaman başka şekillerde bir yaşama dönüşür; çürüyen bir şeyden başka bir şey doğar.




Bu parkurun en güzel yanlarından biri hemen solda akan bulanık deredir ya da durmadan akan bir gümüş dere; dere bazen oyun oynar gibi bir köprü bulup sağımıza geçer ve oradan şırıl şırıl sesleriyle 'ben buradayım' der; o hep bizimle oynar ama biz bunun pek farkında olmayız.




Nazım hocayla arkalarda yürüyorduk; fakat trekkinglerin altın kurallarından biri "Kalabalık gruplarda en önde giden, en az yorulur ve en çok dinlenir!" kuralıdır ve biz de öne doğru geçtik!.. Herkes, kendi temposunda ilerliyordu; aralar epeyce açıldı. Nedim bey öncüydü; Selami bey de artçı. Zaman zaman telsizle görüşüyorlardı. Nazım hoca bir yandan yürüyor, bir yandan 2011 Mart ayı Sarıkamış Kayak kayıtları sayısını artırıyor ve Tayland'ı, Singapur'u, Hong Kong'u anlatıyordu.




İnsan, başını gökyüzüne çevirip de bakmazsa bazen pek çok şey kaçırabilir. Bu parkur boyunca da üzerimizde çok sayıda Kara Akbabalar uçtular. Bunlar Yunanistan, İspanya ve bir de ülkemizde yaşarlar.




Kışa girerken yaz yaşanıyordu ve belki yaza girerken de kışı yaşayacağız, çünkü yaşam bir çelişkiler sokağıdır!.. Sıcak bir havada ilerliyorduk ve yol boyunca onlarca çeşmenin yanından geçiyorduk. Sular gürdü; sanki memleketin bütün çeşmeleri bu yola dizilmişlerdi ve biz de adeta bir müfettiş gibi bu çeşmeleri denetliyorduk.






Ana yemek molası verildi. Ben artık rutine bağladığım bir şekilde haşlanmış patates ve pişmiş yumurta getirdim ve bir domates, bir de salatalık, bir küçük turpçuk. Bunlar fazlasıyla yetiyor; kek de getirdiğim için çayla içtim ve biraz da ceviz. Nazım hoca yiyecekleri evde bıraktığından komünal sistemle beslendi ve fazlasıyla doydu. Bu bölümde çok sayıda kişi tarafından çok sayıda sigara içildi. Bunlar elbette bir doğacıya uygun şeyler değildi. İnsan, iradesiyle bu alışkanlığını bitirmelidir bence; bu alışkanlıktan ötürü ileride sakat kalıp ailenin öteki üyelerine haksızlık yapmak sanırım doğru olmaz!.. Bu yemek bölümünde, Nazım hoca çok sayıda şiir okudu. Yaşamın basitliği ve sıradanlığı, edebiyatın karmaşıklığıyla ve ihtişamıyla süslendi. Yaşam yüzeyseldir; ona derinliği edebiyat katar; ya da şöyle de söyleyebiliriz: Yaşam derindir ama edebiyat onun bu derinliğini bize gösterir, çünkü o bir büyüteçtir, bir mikroskoptur.


Yemeklerini bitiren bir grup yürüyüşe başladı. Acullardan biri olarak ben de yola çıktım hemen. Epeyce bir yokuş çıktık. Ben yol boyunca çok sayıda kuşburnu yedim. Uçaklar, kara akbabaların üzerlerinde uçuyor ve gölgeleri onların üzerlerine düşüyordu!.. Taşlar üzerindeki yosunlara bakarak tabiatın bu harika yeşil elbiselerini kıskanıyorduk. Sonbaharın en güzel görüntülerini ise kırmızılaşmış yapraklar veriyorlardı. Uzaklardan, Ankara dağcılarının kamp yeri Işık Dağı görünüyordu; bölgenin Everest'iydi o; 2040 metrelik cüce bir Everest!.. Artık dönüşteydik; bir çeşit U çekmiştik ve Kızılcaören köyüne doğru ilerliyorduk.




Parkurun en güzel kısmı burasıdır. Uçurumsu bir patika, ormanın kenarından aşağı yola kadar kıvrıla kıvrıla iner; taşlıdır kozalaklıdır ama güzel manzaralıdır. Bu yolda su sarnıçları da vardır. Uzaktan 2 çoban köpeği gördük; blöf yapıp bizi korkutmaya çalıştılar. Tarihi bir çeşme yakınlarında olmamış böğürtlen yendi; hava karardı ve etkinlik sona erdi ve bunun gibi nice etkinlikler sona erecek; başlayan her şey bitecek; yalnızca başlamamış olan bitmez!..




Bir Pazar günü Ankara'da olmamak gerek! Kara Akbabaların gölgeleri üzerimize düşmeli, ellerimiz kuşburnu yemekten kırmızılaşmalı, ayakkabılarımız yosunlardan yeşermeli, komünal yaşamın getirdiği böreklerden - eğer artmışsa - tatmalı, çantamıza tırmanan minik bir karıncaya üflemeli... Yaşamak, farkındalık demektir; bir insan, etrafında olan bitene karşı ne kadar farkındalık içindeyse o kadar yaşıyor demektir. Bir akbabanın gölgesinin üzerine düştüğü delikteki minik tarla faresinin burnunun ucunu görmek... ancak o zaman yaşıyoruz demektir...






Etkinliği düzenleyen arkadaşlara teşekkür ederken, yazımı, yazılarımı her zaman bitirdiğim şekliyle, yani bir müzikle sonlandırıyorum ve yine Fernando Rosas, La Tertulia:










Mehmet Murat ildan

Saturday, November 20, 2010

ADKK İğceler Köyü Yürüyüşü


Bugün 21 Kasım. Üstat Voltaire'in doğum günü. Bu büyük filozof ve yazarı hatırlamak ve anmak bağlamında onun bir sözüyle yazıma başlayayım: L'Homme est libre au moment qu'il veut l'etre! Bir başka deyişle, insan, istediği an özgür olur, onu bir şeye ya da bir yere zincirleyen ta kendisidir.



Bu haftasonu yine Ankara Dağcılık Kulübü ADKK ile doğada özgürce dolaşmanın keyfini ve tatlı yorgunluğunu yaşadık; arabalardan, hava kirliliğinden, karmaşadan, keşmekeşten, AVM'lerden, siyasi haberlerden, şehir hayatı denilen bütün bu absürdlükten ve ucubelikten, kabalıktan ve ilkellikten özgürleşerek güzel bir doğa yürüyüşü yaptık. Şehirde hiç mi güzel şeyler yok derseniz, var tabii; iyi restoranlar ve sanat...
Yürüyüş 8 saat sürdü; 18 km kadar yol katettik. Zaman zaman 1800'lü yüksekliklere çıkıp sonra da 1400'lere inip sonra tekrar çıktık; indik ve çıktık; çıktık ve indik; sanki asansör olduk. Abidin hoca ve Tahsin hocanın çok seveceği türden mukavemet gerektiren, sıkı bir performans yürüyüşü oldu. Yan geçiş, dik çıkış, kütük atlayışı, çarşak inişleri, bataklık geçişleri vs gibi her türden aktivite yapıldı. Ayıların cirit attıkları, her yeri ayak izleriyle damgaladıkları, meyve yemek için ağaçları kırıp döktükleri gizli mekanlardan bile geçtik!.. 24 kilometre zorluk derecesine denk düşen bu etkinlikten şimdi biraz bahsedeceğim.


Etkinliğe bu hafta 8 kişi geldi; Yahya hoca da sabah bir sürpriz yaparak 9. olarak ekibe katıldı; bu arada yeni 4 çeker arabası için de hayırlı uğurlu olsun diyorum; 4 çeker filosuna 2. gemi de katılmış oldu. Ekibin bir kısmı yurt dışındaydı: Ülkü, Küba'daydı; Nazım hoca da Singapur ve Tayland gezisine çıktı; büyük ihtimal turist filleriyle bir tur da atacaktır oralarda!..
Yürüyüş bölgemiz yine, ilk çağlarda Kral Yolu üzerinde bulunan Orta Anadolu Yabanabad bölgesiydi. İlkçağ'da Asya-Avrupa arasında bir geçiş yeriydi burası; göçler, ticari ve askeri seferler Yabanabad üzerinden olurmuş. Kızılcahamam ve civarı, Osmanlılar zamanında Yabanabad olarak anılırmış; zaten 1915'e kadar Kızılcahamam ismi hiç kullanılmamış. Esasen Güdül, Ayaş, Kazan, Pazar, Çamlıdere ve Çubuk, bunların hepsi Yabanabad bölgesiyken Yabanabad sonradan küçülmüş; Kızılcahamam ve Çamlıdere'ye indirgenmiş. Bizim dolaştığımız yerlerde aynı zamanda Hititler de dolaşmışlar. Frigler, Bizanslılar (Doğu Roma İmparatorluğu), Araplar derken 1073'te Oğuz Türkleri (Selçuklular) bu bölgeye gelmişler. 1915'te Kızılcahamam'da kaplıcalar bulununca Yabanabad'ın merkezi Kızılcahamam olmuş.


İğceler, Kızılcahamam'ın 27 km kuzeyindedir; neredeyse tam kuzeyindedir! Sobası tüten kamyoncular lokantası Mevlana'da çorba ya da kalmış çay içtikten sonra Kızılcahamam'ı geçersiniz, sonra meşhur Çerkeş ayrımına gelirsiniz. Buradan sağa dönerek ilerleyince Sey Hamamı ayrımına gelip sola dönersiniz. 2 km sonra Sey Hamamı karşınıza çıkar. Daha ileride de 3 köy vardır. İğceler, Hıdırlar ve Kasımlar; bunlar Üstat Shakespeare'in Makbeth'indeki 3 cadılar gibi birbirlerine yakın üç köydürler; Kasımlar ve Hıdırlar neredeyse birleşmişlerdir.


Bir zamanlar, bu köylerin olduğu yerler meşhur Candaroğulları Beyliği sınırları içindeymiş. Candaroğlu İsfendiyar beyin Kasım ve Hıdır veyahut Hızır diye oğulları varmış. Sanırım bu isimler buradan gelir. İğceler de Oğuz boylarının bir kolundan kalma bir isimdir.


Kral Yolu'nun (Pers Kral Yolu) haritasına bakarsak, bu tarihi yol bölgesinde yürüyüş yaptığımızı görmenin ayrı bir havası oluşur; tarih zihnimizde canlanır. Susa'san Sardis'e kadar uzanan bu antik anayolda Persli kuryeler günlerce haber taşırlarmış, ki bu yolun uzunluğu 2700 kilometredir! Keşke imkan olsaydı da bu yol da Likya Yolu gibi belirgin bir şekilde işaretlenebilseydi ve bu yolu yürüyebilseydik!.. Yol, İzmir'in 95 km doğusundan başlıyor, yani Sardis'ten (Manisa); ileride ise Yabanabad'dan, bizim dolaştığımız yerlerden geçip Perslerin başkenti Susa'ya kadar gidiyor. Bu yolu, kuryelerin 1 haftada bitirdiği söylenir ki pek inandırıcı değildir bu. Müslüm hocayla da konuşurken askerlerin günde 20 km ve atlıların da 80 km gidebildiklerinden bahsetmiştik. Yani 1 haftada bir atlı günde 100 km gitse bile 700 km eder; aynı şekilde kurye ve at değiştirilip geceleri de yol alsalar, 1400 km eder!..


Güzel bir havada, İğceler köyü camisinin yanındaki seyirlik tepeden yürüyüşe başladık. Ben her yürüyüşte bir sonraki yürüyüşü teknik açıdan nasıl daha az sorunlu ve daha çok pratik hale getiririzle ilgilendiğimden yine bazı değişiklikler yaptım! Havalar henüz çok soğumadığından Primus termosları bırakıp evdeki daha hafifçe ve küçük olan termosu aldım. Hortumla su içme olayını ise tamamen bitirdim. Lastik tadı geliyor; insan su mu içiyor araba lastiği mi yiyor belli değil!.. YKM'den bele bağlanan bir bel çantası aldım; 0.5'lik pet şişeyi polarımsı bir kılıfa sarılmış bir şekilde yatay olarak önde çanta içinde taşıyacağım artık; bugünkü pratiklikten çok memnun kaldım. Jale-Şule'nin kendi buluşları olan polar kılıflı dikey su modellerinin yatay bir versiyonu oldu bu; tabii dezavantajı biraz önde yer kaplıyor olmasıdır; ama suyu seven buna katlanacak!..
Ablamın hediyesi olan büyük Nikon fotoğraf makinemi Kültür gezilerine saklamaya karar verdim ve zoom'u pek de iyi olmayan küçük sony makineye teknik zorluklar nedeniyle razı oldum! Yiyeceklere de farklı şeyler ekledim. Bu kez domates vs yanına 2 küçük turp, biraz roko, biraz tahin helvası, 2 küçük salatalık koydum, 1 parça da mercimekli börek; sol cebe leblebi, sağ cebe 1.5 incir, arka sol cebe 1 bonbon şeker, arka sağ cebe 1 küçük cevizli sucuk attım; sakızı da çantadan çıkardım; hep getiriyordum ama hiç çiğnemiyordum; 1 gram ağırlık 1 gram ağırlıktır!..
Şeytan ayrıntıda gizlidir derler; bazen çok küçük şeyler yürüyüşte sorun çıkarırlar!.. Çorabınızda sadece 1 tane küçük diken olsa, yol boyunca sizi ve zihninizi rahatsız eder; durmadan batar durur ve tozluğu çıkarıp dikeni aramak zahmetli olduğundan dikene katlanırsınız! O yüzden evden çıkarken bu tür ayrıntılar halledilmiş olmalıdır. Harun hocanın tozlukları mesela su geçirmezdi sanırım, ama nefes alma özelliği olmadığından içerden müthiş terletir; pantolon da pamuklu olduğundan ıslanır ve kurumaz!.. Tozluk diyip geçmemek, en doğru tozluğu bulmak ve her zaman tozluk takmak gerek.
İğceler köyünde bizi çaya davet eden amcayı selamlayıp, salıncakta sallandıktan sonra patikadan yola koyulduk. Uzaklarda Hıdırlar köyü görünüyordu. İlk kez bu kadar çok kuşburnu olan bir bölgedeydim. Benim buraya ilk gelişimdi. "Aşıklar Yolu" denen yerden yukarı çıkışa başladık. Bu yol kavak ağaçlarının yapraklarıyla kaplanmış, ince uzun, romantik havası olan yumuşak zeminli bir yoldur. Yol boyunca sayısız kuşburnu ağaçları gördük; hareket halinde dahi koparılıp yenebiliyorlardı; ekşimsi tatlarıyla bizi doyurdular.
Sıklıkla meşe ağaçlarının, olgun alıçların, yuvarlak ardıçların aralarından geçtik, seyrek de olsa köknarlar ve mantarlar gördük. Müslüm hoca yol boyunca ahlat, yani yaban armudu topladı; herhalde dekorasyon amaçlı kullanacak. Kuşburnu dikenleri bazen insanı fena yakalıyorlardı, hiçbir yere bırakmıyorlardı. Aldığım teknik ceketi bugün giymiş olsaydım, üzerinde epey bir delik açılacaktı ve ceket yerine süzgeç olarak kullanacaktım ya da kevgir olarak!..
Bir kayalığın üzerinde zirve fotoğrafı çektik. Kasımlar yaylasına ulaştık ve ardından da ilk ana hedefimiz olan Kasımlar göletine geldik. Burada 20-25 dakika kadar yemek molası verdik. Bunlar yapay göletlerdi. Güneş yine, kıpırdayan suda parıldadı; bu ilahi anlar, görsel muhteşemlik anlarıdır. Bu mevsimde halen çiçekler gördük. Hıdırlar yaylasını ve Hıdırlar göletini geçtik. Yüksek bir yerde uzaklarda Işık Dağı'nı görüp sevindik. Sürülere rastladık ve onları ölesiye koruyan köpeklere; hızla fırlayıp giden, rüzgarını dahi yakalayamadığımız çevik bir tavşana; bir orman kamyonuna, dallarında duran 3-5 ekşi sarı elmaya.
İşte bu elma ağacından sonra "Kütükler Yolu"na girdik. Aşıklar Yolu'ndan sonra Kütükler Yolu da bize güzel geldi. Oldukça dik, loş, taşlı, nemli ve hoş kokulu dar bir dere patikasıdır burası; enfes yosunlar vardır ve küçücük şirin mantarlar. Yollarda sürekli devrilmiş kütükler de vardır ve bazen altlarından, bazen üzerlerinden geçmek yorar insanı. Ama böyle kapalı alanlardaki dinginlik, rüzgarsızlık klasik müzik gibi insanı dinlendirir; fiziksel açıdan yorulurken, ruhumuz daha doğrusu zihnimiz dinlenir; burada insanın aklına ne aptalca siyaset gelir ne de yaşamın saçma ihtirasları; burası bir meditasyon alanıdır; düşüncenin, düşünmenin durduğu yerdir.
Yolda zaman zaman yabani maydanoz türü şeyler, domuz kafatası kemikleri gördük. Kavak ağaçlarını görünce yeniden Aşıklar Yolu'na ve de İğceler bölgesine geldik diye sevinirken uzaklardan İğceler camisinin minaresini seçebildik. Hava kararmaya başlamıştı. Olcay nihayet lokomotif ışığı gibi güçlü kafa lambasını kullanabilecekti ve içten içe seviniyordu. Yarım saat, 45 dakikada gideriz derken yolumuz 2 saat kadar daha sürdü. Sadece 3 kişide kafa lambası vardı; esasen kafa lambalarını her zaman çantada hazır tutmak gerekir ki ben ağırlık olmasın diye almamıştım yanıma. Yer yer sık dokulu kuşburnu bölgelerine geliyor ve dikenlerle mücadele ediyorduk. Sanki bizi ellerimizden, belimizden yakalıyorlar, durun gitmeyin, biraz laflayalım diyorlardı!.. Doğanın bu dikenli ellerinde belki de bizim bilmediğimiz tuhaf bir sevgi vardı!.. Ben o an için şöyle düşündüm: Diken de sevebilir; ama yapısı itibarıyla yumuşak dokunamaz!
Hava iyice karardı ve aniden soğudu; ağzımızdan buhar çıkmaya başladı; gerçeklik değişti; ortam belirsizleşti; romantik bir havayla birlikte ürperten gece çöktü. Gece, başlı başına bir maceradır; insanın korkularının büyük bir kısmının da kaynağıdır; mağara devrindeki yaşamlarımızdan genlerimize aktarılmış korkular halen dururlar. Fakat özellikle yazın yapılan gece yürüyüşlerini ben çok severim ve umarım dolunaylı bir gün sabaha kadar sürecek bir gece yürüyüş etkinliği yapılır.
Artık hava 16.20 gibi çok erken kararıyordu. İğcelere varmak, çalılı dikenli, taşlı çarşaklı arazi yapısından dolayı epeyce uzayacaktı. Yönümüzü doğru bir kararla Hıdırlar'a çevirdik; buraya giden patika daha mantıklıydı. Dolunay'ın muhteşem yüzünü ve ışıldayan köy lambalarını görüp mutlu olduk; ağaçların aralarında gizemli kanat sesleri duyduk; türküler söyledik ya da mırıldandık. Müslüm hoca, "Hadi canlarım az kaldı," diyordu; bense - acıkmış olduğumdan herhalde - her seferinde "Patlıcanlarım az kaldı!" şeklinde anlıyordum bunu; yol boyunca dürüm adana kebap diye sayıklayanlar oldu; galiba o bendim!..
Kaptan Ahmet'i arayarak Hıdırlar köyüne gelmesini istedik. Hedef, Hıdırlar camiiydi. Minareyi görüyorduk ama oraya ulaşmak yarım saati aldı. Taştan bahçe duvarları ve aniden yok olan patikalar işi uzattı. Hedefe vardık; gerdirmeleri yaptık; Yahya hocanın tuzlu fıstıklarını yedik ve doğayla dolu geçen bir günü daha geride bıraktık. Elbette, meşhur slogan, "Arkadaş, iyi ki gelmişiz yaw" da içtenlikle tekrarlandı.
Etkinliğin fotoğrafları aşağıdaki linkte mevcuttur:

Yazımı yine bir müzikle sonlandırıyorum, doğanın sakinliğine uygun bir İrlanda Folk Müziği:

Mehmet Murat ildan

Sunday, November 14, 2010

ADKK Karapazar Yürüyüşü

Bugün, Akrep burcunun tarihleri içinde yer alan bir Pazar günü; 14 Kasım. Yeni yıla çok zaman kalmadı; yeni yıl, yeni umutlarla geliyor dörtnala; o da gelecek ve geçecek!.. Kasımın bu güneşli gününde, Ankara Dağcılık İhtisas Kulübü'nün Karapazar yürüyüşüne katıldım. Şimdi bu etkinlikten aklımda kalanlarla geleceğe yeni bir not düşeceğim!.. Yıldız tarihi 2010!.. Etkinliğin fotoğrafları da şu linkte mevcuttur:


Etkinliğe 14 kişi katıldı; epeydir gelmeyen Faruk, Mürsel ve Tevfik hoca da geldiler. Sabah 7.40 civarı Gerede'nin Cankurtaran Mevkii'ne doğru yola çıktık. Sanırım bu bölgede çok fazla trafik kazaları olduğundan, cankurtaran arabaları da fazla sıklıkta geliyorlar buraya; isim de bundan kaynaklanabilir!.. Bu mevkii, bölgede karın ilk düştüğü yerlerden biridir ve erime de en son gerçekleşir!.. Ankara-Bolu Tem otoyolunda ilerleyerek 110 kilometre gittik. 3 yıldızlı Dorukkaya Greenpark otelinin önüne park ettik. Burası Gerede'ye sadece 25 kilometre uzaklıktadır. 14 Plakalı araçlar da çoğaldılar; Bolu zaten 75 km ötedeydi.

Çorbası iyi olmadığından otelde çay içimi yaptık; birkaç otobüs dolusu Japon turistin ve "yerli bayram turistlerinin" arasından geçerek otelin arkasındaki göle gittik. Buraya Kaya Gölü diyorlar. Beyaz Ördekleri ve sudaki yansımalarını seyrettikten sonra otoban tel örgülerinin dışına çıktık; sanki hapisten çıkmış gibi bir anda ormanın sonsuz özgürlük alanına girdik; kokular değişti; huzur, hakimiyetini hemen hissettirdi; gerçek ve güzel olanın; saf ve doğal olanın egemenliğine girdik; yapay dünya geride kaldı. Hava mükemmeldi; tatlı bir güneş ve sıfır rüzgar vardı; ideal bir yürüyüş havasıydı bu. Amacımız, bir ring yaparak Dursun Fakı Köyü yaylalarını ve öteleri gezmekti.

Buralara Şirinler Diyarı da deniyor, ormanda çok fazla ve değişik mantarlar olduğu için. Enfes bir göknar ormanında iyi bir tempoda, çamursuz bir zeminde yürüdük. Susuz dere yataklarından ters yönde akan sular gibi kıvrılarak yukarılara tırmandık; onlarca çekirdeği olan sertimsi kuşburunlarından tattık; küçük su birikintilerinin gümüşsüz aynasında güneşi seyrettik.

Kanlıca Mantarı denen bir mantar gördük. Bu mantara bu ismin verilmesi, yendikten sonra idrarın rengini kırmızılaştırmasından olduğu söylenir. Ben yiyip denemediğim için doğru mu bilemem; bunu öğrendikten sonra yemeyi de pek düşünmem; sarı renkten memnunum!.. Yol boyunca çok farklı çeşitlerde mantarlar gördük. Bu arada aklıma gelmişken söyleyeyim, bu Fakı kelimesi her ne kadar İngilizce'deki müstehcen bir sözcüğü hatırlatsa da Fakih'ten geliyor; Fıkıh Bilgini demek. Anadolu'da okur-yazar ve bilgili imamlara, hocalara diyorlar. Ben şahsen "aydın din adamı" kavramını kabul etmem, çünkü "gerçek aydın" zaten dini, efsaneleri, bu tür çocuk masallarını çok geride bırakmış, aklın ve mantığın, bilimin egemenliğinde olan insandır! Tabii bu gerçek aydın insan, dini geride bırakmıştır ama Tanrı'yı değil, Tanrı'yla yola devam!..

Etkinlik boyunca bize 2 uysal köpek de eşlik ettiler. Yol boyunca her zamanki gibi yüzlerce farklı konu konuşuldu. Mürsel hocanın mantarlı Clint Eastwood filmi, Mustafa hocanın off-road'çulara dair anlattıkları; Müslüm hocanın Kaçkar uçurumları ve saçları diken diken eden yıldırımlı zirveleri, Harun hocanın Kaz yağından nasıl faydalanıldığına dair söyledikleri... Bütün anlatılanlar ses dalgaları halinde uzaya doğru dağıldılar ve kozmik boşlukta nereye kadar gidebileceklerse oralara doğru yola koyuldular. Yalnızca Tahsin hocanın ses dalgaları yoktu! Sesi kısılmıştı; ama rahatsızlığına rağmen, epey bir kısmı da yokuş olan bu iyi tempolu yürüyüşü başarıyla tamamladı; hastayken inişli çıkışlı 16 kilometreyi ağırca bir sırt çantasıyla yürümek dile kolaydır, ama tıbbi açıdan doğrumudur bilemem!.. Çivi çiviyi söker derler, fakat bir çiviyi çiviyle sökmeye çalışın, ne olduğunu görürsünüz, çünkü sökülmez!.. Acil iyileşmeler diliyorum...

Sakinlik ve dinginlik içerisinde bazen ormanın karanlık tünellerine daldık; bazen de, altı sarı üstü mavi yaylalardan geçtik. Bunlardan biri de Yazıkara yaylasıydı. İlerledik. Yüksek bir yerde uzaklardan Karapazar Köyünü gördük. Burada Mustafa hoca bizlere küçük kağıt keseler içinde hazırlanmış "fındık-kara üzüm" karışımı ikram etti; herkese tek tek dağıttı. Bazen de Jale-Şule kaysılarından yedik. Yol boyunca Erol hocanın getirdiği ve yürüyüş sonuna sakladığı kekten bahsettik. Daha sonra Olcay'ın da ev-yapımı kek getirdiğini öğrendik. Köyün yamaçlarında eli tüfekli - daha doğrusu omzu tüfekli - bir çoban gördük. Bu bölgede sonbaharın sarımtırak görüntüleri yoktu; tam tersine her yerde yeşillik hakimdi. Yazdan kalma bir gündü!..

Karapazar köyü, hoş bir orman köyüydü. Doğal ve saf orman balı almak için bu köye gitmeye zamanımız yoktu, ama düşüncesi aklımızdan geçti, ki bu köyde böyle bir üretim varmış. Bir süre sonra yemek molası verdik. Çeşme denilen yerde su kurumuştu. Ben bu kez birkaç isabetli şey getirmiştim. Haşlama patates tuzla çok iyi gidiyor. Bir tane pişmiş yumurta da güzel oluyor bence ve de mutlaka domates! Bence Her Türk Trekkingçisi kumanyasına domates eklemelidir, yabancılar da ekleyebilir tabii! Getirdiğim sıcak ıhlamuru pek içmedim, ama sigara böreklerimi ve cevizli pekmez sucuğumu yedim. Bu tür yürüyüşlerde çok fazla yemek yenmiyor aslında. Yeni aldığım doğa bıçağımı da ilk kez domates keserek kullandım. Gerber marka, 90 lira, güzel, ama biraz ağır ve büyük; çok gerekli mi derseniz, yok derim, çok gerekli değil; yine de çantada bulunsun!.. Hayatta aldığımız pek çok şey gereksiz; ama aldık ve alacağız!..

Her zamanki gibi malzeme işleri yoğun olarak konuşuldu. Şule'nin esnek yeni pantolonu, Bülent'in bastırınca içine gömülen yeni batonları, Olcay'ın 3 katlı sefer tası, Mustafa hocanın çok güzel ve çok amaçlı bıçağı ve daha onlarca malzeme işi konuşuldu. Kar yağınca daha da konuşulacak!..

Güneş yavaştan batmaya başladı; öteki yıldızlar güneşten fırsat bulup kendilerini biraz gösterdiler. 1600 üstü bir zirve yaptık; bayraklı zirve fotoğrafları çektirdik. Elmamızı, cevizimizi, dağ incirimizi yedik; çok fazla tatlımsı şey yedik; bir kıymalı börek ya da kır pidesi olsaydı ya da en iyisi ıspanaklı ev böreği olsaydı müthiş makbule geçerdi!.. Ispanaklı börek bir parti kurup seçimlere girerse, ben oyumu ona veririm ve parti merkezini de her gün ziyaret ederim!
Devasa karınca yuvalarını gördük; köstebek avlamaya çalışan ve sonra da hayalkırıklığına uğrayan köpekleri izledik; yarım Ay'a dönüşen Ay'a, maviden daha mavi olan göğe baktık. Tozluklarımızdan diken topladık; yosunların harika yeşil tonlarını hayranlıkla seyrettik. Adımsayarlarla ne kadar yürüdüğümüzü öğrenip kondisyonumuzu ölçtük ve kendimizi Dursun Fakı'nın bir baz istasyonunun çirkinliğiyle taçlandırılmış (!!), "Çakma-Eyfel kuleli" sessiz köyünde bulduk. Buradan 20 dakika kadar yürüyerek başladığımız noktaya, Dorukkaya oteline döndük. Yolda, otoban kenarlarının tamamen çöplerle dolu olduklarını gördük ve henüz ne kadar cahil ve kirli bir toplum olduğumuzu bir kez daha teyit ettik! Sadece biz mi? Amerikan toplumu da böyle ve Latinler ve ötekiler ve herkes! Dünya henüz küresel cehaleti, görgüsüzlüğü bütün ağırlığıyla taşımaktadır ve yaşamaktadır.

Güzel bir etkinlik oldu; oksijenin kralını aldık ve keklerin kraliçesini! Kekleri yapanlara teşekkür ettik; Erol hocanın komşusuna da ayrıca teşekkür ettik! Ankara'dan sadece 1.5 saat ötede böylesine harika yerler var. İnsan, kendi hapishanesini kendisi yaratır ve onu yıkacak olan yine kendisidir!.. Biz, o hapishaneleri yıkanlardanız; şehir denen fanuslardan fırsat buldukça kaçanlardanız...
Yazımı yine bir müzikle sonlandırıyorum; Fernando Rosas, La Interesada:

Mehmet Murat ildan

Monday, November 1, 2010

Mersin - Tarsus Operasyonu


29-31 Ekim tarihleri arasında, öncülüğünü Profesör Aykut Mısırlıgil'in yaptığı "Ankara Üniversitesi Kültür Gezginleri" grubuyla Mersin-Tarsus etkinliğine katıldım. Aykut hocanın deyimiyle "bu operasyonun" aklımda kalan bölümlerini fazla ayrıntıya kaçmadan bloglarımda değerli okuyucuyla paylaşacağım. Etkinliğin fotoğrafları da Picasa adresimde mevcuttur: http://picasaweb.google.com/ildanmmi

Küçükken Mersin-Tarsus bölgesine gittiğimi hiç hatırlamıyorum, ama mutlaka görmek istediğim bir bölgeydi burası. Görsel hafızama burayı dahil etmek üzere, bizim dağcılık ekibi Şule-Jale-Nazım hocayla birlikte 28 Ekim Cuma akşamı 23.40 civarı hareket ettik. Herbiri 55 kişilik ve neredeyse bir Tır uzunluğundaki 2 otobüsle güneye, sıcak dünyaya yol aldık. 114 kişinin dışında yedekte kalanlar da bir hayli vardı. Adaletli olması açısından güzel bir sistem olan "yer kurası çekimleri" yapıldı; şans faktörüne hiç kimsenin bir itirazı olamayacağından, uygun bir yer belirleme işlemidir bu. Benim yanımdaki müthiş kalorifer, Ateşler Tanrısı Hephaistos'un demirleri eritmesi misali beni sabaha kadar eritti; dönüşte de klima, Buz Tanrısı Auril'i hiç aratmadı!..

Gece karanlığında gördüğüm kadarıyla Kulu-Aksaray-Pozantı hattından Tarsus'a ulaştık. Tarsus, Mersin'in bir ilçesi ve aynı zamanda da Türkiye'nin en büyük ilçesi! Gün boyunca bizi bekleyen yoğun gündeme bakarak önemli bir tarihsel alana geldiğimizi anlayabiliyorduk. Hava güzel ve tazeydi; narenciye kokuları, hassas olmayan burunlara bile ulaşıyordu; bahçelerdeki turunçgillerin görsellikleri de hemen insanı cezbediyordu; nerede bir meyve görsek oraya dadanıyorduk. Kasım'a girerken tişörtlerle dolaşmak pek hoştu, zaman olsaydı denize rahatlıkla girilebilirdi; iklimin ılıman olduğu yerler tarihsel yükselişlere de zemin sağlamışlardır! İnsan, mutlaka böyle ılıman iklimli, güneşin her daim altın gibi parıldadığı yerlerde, sonsuz ufuklu mekanlarda yaşamalıdır; soğuk, sisli ya da yağmurlu ülkelerde değil!.. Tek bir yaşam hakkımız, en büyük aydınlıklar altında kullanılmalıdır.

Operasyon, Tarsus Şelale Otel'de kahvaltıyla başladı; pul biberli zeytinlerin iştah açıcılığıyla ben sıkı bir kahvaltı yaptım. Zeytini olmayan bir kahvaltıya kahvaltı da denmez zaten! Açık pencereden Berdan (Kydnos) çayının sesleri duyulabiliyordu. Tarsus şelalesi şelaleden ziyade bir şelalecikti! Gördüğüm kadarıyla 5 metrelik bir yüksekliği var. Berdan, Arapça "El Baradan"dan geliyormuş ve soğuk anlamındaymış. Bayram olması nedeniyle şelale civarındaki park doluydu. Genç kızlar, kendi çaplarında, imkanları ve dünya görgüleri el verdiği ölçüde süslenmişlerdi. Palmiye ağaçları güneşin altında şemsiye misali duruyorlardı. Genellikle düdük çalınıp otobüslere geçiliyordu. Gezide bize iki değerli hocamız da eşlik ettiler: Fatih Müderrisoğlu ve H. Çetin Arslan. H. Çetin Arslan sanat tarihi uzmanıdır; bizim otobüsteydi, yani Kartal 2 nolu otobüste; Aykut hoca gibi "pozitif" enerjiyle yüklü ve hiperaktif biri; yol boyunca Fatih hocayla birlikte başarılı bir sunum yaptı, güzel espirilerle ortamı neşelendirdi; yandaki otobüse el sallatıp kollarımızı çalıştırdı. Türk Akıncı Beyleri ve Balkanların İmarına Katkıları isimli değerli bir eseri var.

Şelale sonrasında Eshab-ı Kehf denilen yere gittik. Bunlardan dünyada 30'dan fazlası var! Yedi Uyurlar Mağaraları'ndan Türkiye'de Efes'te ve Afşin'de de var ve bir de Lice'de. Bunlar elbette sadece efsanevi şeylerdir. Tarihçi ve arkeolog, bu uydurma efsanenin nereden geldiğini saptamakla ve halkı aydınlatmakla mükelleftir; halk da her duyduğuna inanmamakla!.. Güzellik, görsellik ve tarihsel çekicilik bağlamında ben Efes'teki Yedi Uyurlar mağarasını daha fazla beğendiğimi söyleyebilirim. Tarsus'ta gittiğimiz bu yer merkezden 14 kilometre kadar uzaktaydı. 300 yıl uyuduğu söylenen kişilerin gerçekten uyuyup uyumadıklarını safça düşünmekten ziyade yüzlerce yıldır bu tip şeylere inanarak zihnen uyuyanları düşünüp spiritüel insanın ne denli tuhaf olduğunu bilmek, bu konularda düşünmek daha doğrudur bence. İnsan, inanmamaktan korkar; insanlara inanmamaktan korkmamayı öğretmek gerekir; çünkü inanç gidince başka kapılar, gerçek kapılar açılır; masal, güneşi perdeler; asıl güneş, inancın söndüğü yerde doğar!.. 7 Uyurlar, inançlarını yaşamak isteyen 7 gencin ilginç bir hikayesidir; bunların bazılarının isimleri pek hoştur: Mernuş, Debernuş, Sazenuş!.. Hıristiyan versiyonundaki isimler farklıdır, ama onlar da güzeldir. Encülüs Dağı eteklerindeki bu bölgede biraz gezdik. Abdulaziz'in annesinin yaptırdığı caminin yanından geçip oradan ayrıldık. En üstteki fotoğrafı da Yedi Uyurlar Mağarası'nın içinden çektim. Bu fotoğraftaki üç şerefeli minare oraya sonradan yapılmıştır ve bence ilk ciddi depremde gidicidir!..

Yeni durağımız Tarsus müzesiydi. Bir müze kartı çıkarttığım için gittiğim her müzede bana kartın sorulmasını arzuluyordum ki bu gezide sadece 2 kez sordular! İnsan bir iş yaptığında onun boşa gitmediğini görmek ister ve bu bir çeşit mutluluk kaynağıdır! Cennet Cehennem mağarası girişinde de kartımı gösterme mutluluğunu yaşadım!!.. Tarsus'un her yeri gerçekten de tarihti! Sanki tarih, gökten bu ilçenin üzerine yağmış ve yığılmıştı. Meşhur Kleopatra'nın meşhur kapısına gittik. Burası denize bakan iskele kapısıdır. Kraliçenin, general sevgilisi Antonius'la birlikte bu kapıdan şehre girdiği rivayet edilir. Buraya General Antonius kapısı denmemesi de Kleopatra'nın Antonius'tan daha ünlü ya da daha havalı olduğunu gösterir diye naçizane düşünmekteyim!..

Kültür Gezginleri olarak o kadar kalabalık bir gruptuk ki geçtiğimiz her yer bir anda doluyor, neşelenip karışıklaşıyordu! Sanki su gibiydik; nerede boş vardak varsa dolduruyorduk, dolu bardakları da taşırıyorduk. Sağa dönüyorduk tarih, sola dönüyorduk tarih! Bu etkinlikte en beğendiğim yerlerden biri de Gözlükule höyüğüne yakın bir yerde olan Tarsus Amerikan Kolejiydi. Binaları ve bahçesi pek güzeldi; bir kolejin ya da üniversitenin binaları ne denli klasikse o denli güzeldir bence. Klasik olan, en güzel olandır; modern olan çirkindir, yani genellikle! Bahçede Atatürk'ün şu sözü yazılıydı: Yaşamak demek, çalışmak demektir! Okulu Hıristiyan misyonerler kurmuşlar ve de iyi yapmışlar! Her kim bir okul kurarsa, ama içinde boş inanışlar değil de bilim öğretilen bir okul, o kişi ya da kişiler doğru yapmış demektir.

El işleri satan yerel kadınların yanından geçerek bir kiliseye girdik. Tanrı inancımı korumakla birlikte dini inanca sahip olmayan birisi olarak yine de kiliseleri her zaman beğenmişimdir. Kiliselerdeki oturma yerlerini, özellikle mantık ve evrimsel açıdan daha gelişmiş, daha medeni buluyorum. İnsan bir yere, bir yapıya gitti mi, orada oturacak, sırtını dayayacak bir yer olmalı!..

Şehrin içinde dolaştıkça acıkmıştık ve bu kez Anadolu Sofrası isimli lokantaya, kültürel olmasa da "biyolojik" bir ziyaret yaptık! Adana Kebap yedik; manda yoğurdundan tadıp bıraktık; çay içtik, cezerye yedik! Kültür Gezginlerini 1974 yılında kurmuş olan Aykut hocanın dediği gibi bir gezginin ilk görevlerinden biri kahvaltıyı sağlam yapmaktı; her şeyin temeli kahvaltıydı!.. Kahvaltı sağlamsa, gerisi teferruattır! Ama adana kebap da fena bir teferruat değildi; biraz Urfa kebabı andırıyordu; pide ekmekler güzeldi; biz bir ekmek toplumuyuz; ben makarnayı bile ekmekle yerim; ekmeği bile ekmekle yeriz!..

Yemek sonrası Antik Yol'a gittik; bir zamanlar İmparator Jül Sezar'ın ve üstat Çiçero'nun da yürüdüğü bir yoldur bu. Buradaki harika kanalizasyon sistemlerine hayret edilmesine ben de hayret ettim; bizler, o eski zamanlarda yaşayan bazı insanların oldukça zeki olduklarını hep unutuyoruz, çünkü hep kendimizi zeki sanıyoruz, çünkü kibirliyiz!.. Çok eski zamanlarda, henüz Dünya dümdüz sanılırken, sadece oturduğu bir kaldırım taşından Ay'a bakıp, oradaki gölgenin yuvarlaklığından Dünyanın da yuvarlak olduğunu düşünecek kadar dahi insanlar vardı o çağlarda!.. Bu ören yerinde, doğumgünü 29 Ekim olan yerel bir rehberden bilgi aldık, Aykut hoca onun doğumgününü spontane bir şekilde şampanya açarak kutladı. Fatih hoca ve Çetin de ek bilgiler veriyor, genç rehberin sözünü fazla kesmek istemiyorlardı. Rehber, ya bizi sevdiği için ya da işi az olduğundan ilçedeki pek çok yere bizimle geldi, ek bilgiler verdi.

Modern Tarsus'un tam ortasındadır bu antik yol; siyahımsı bazalt taşlarla döşenmiştir. Bu bölgedeki kazılara devam edilmesi gerekiyor; çevredeki çağdaş binalar kazıya bir engel teşkil ediyorlarsa, o çağdaş denilen gerçek harabeler ve hakiki ucubeler yıkılmalıdır! Tarihi açığa çıkarmak modern Türkiye'nin hem beşeri misyonu hem de etik görevidir! Tarihi, barajlara, yeni binalara boğdurmak ahlaki bir davranış değil ilkel ve ahlaksız bir davranış olur.

Antik yolu geride bırakıp önemli bir tarihi şahsiyet olan Aziz Paulus'un Kuyusu'na gittik, ki buranın çevresi Aziz Paulus'un evi olarak da bilinir. Kuyunun derinliğinin 30 metre olduğu söylenir!.. Suyu Kutsaldır; daha doğrusu buna inanılır!.. Tarih, gerçeklerden ziyade inanışların, yanılgıların, algılama hatalarının tarihidir! Bu tür gezilerde tarihi mekanı sade bir şekilde fotoğraflamak için ya en önde gitmek ya da mekandan en son çıkmak gerekir. Bu tür önemli tarihi yerlerin çevresini kamulaştırmak da lazım.

Müzelerin bahçeleri benim çok hoşuma gitti; karşınıza aniden lezzetli siyah üzümler çıkabiliyordu. Eski Tarsus evlerinin arasından geçerken hoş bir sürpriz bizi karşıladı. Üst katta saksafon çalıyordu; bir müzik kursunun hocası bir anda 114 seyirci buldu; genel istek üzerine 3-4 kez çok güzel parçalar çaldı; jazın büyülü dünyasına bizi alıp götürdü. Tam karşı pencerde duran sarışın bir kadın da köpeğiyle bu müzik ziyafetini izledi ama köpeği daha çok yerdeki serçelerle meşguldü! Bu arada YouTube da açılmış; hayırlı olsun!.. Kapatmak ilkel bir karardı ve eğer yine kapanırsa yine yeni bir ilkellik olacaktır bu!..

Sokak sokak dolaşıyorduk. Tarsuslu yılan kadın Şahmaranın heykeline rastladık. Sanırım Türkiye'de başka da Şahmaran heykeli yokmuş. Efsanedeki süt beyaz vücutlu "kadın-yılan" ya da "yılan-kadın," heykelde siyahtı!.. Şahmaran, yılanların şahı demekmiş. Yılanları sevmeyen birisi olarak bu doğaüstü mitolojik figürü çok fazla incelemedim. Rotamız Makamı-Şerif camii ya da Daniyal peygamberin mezarıydı. Daniyal peygamber, daha doğrusu peygamber olduğu iddia edilen Daniyal, bir kıtlık zamanı Tarsus'a geldiğinde kıtlık sona ermiş ve ölünceye kadar Tarsus'ta kalmış. Berdan nehri onun mezarının üzerinden geçer; mezar yerini saklamak için özellikle böyle yapıldığı söylenir. Eğer orada bir naaş bulunursa DNA testleri ve bütün öteki bilimsel incelemeler mutlaka yapılmaldır. İnanç, bilimle test edilmek zorundadır. Bilimin çıtalarını geçemeyen hiçbir inanç gerçeklik kazanamaz, sadece güzel bir efsane olarak kalır. Efsaneleri severiz, ama onları test de etmeliyiz. İnanç bilimle doğrulanırsa o zaman zaten inanç sıfatını da yitirir, bir bilgiye dönüşür. Şeytanın bilimsel ispatını yaparsanız artık şeytan'a inanmak diye bir şey kalmaz; o zaten odur! "Uçakların uçtuğuna inanıyorum," demeyiz, çünkü onların uçtuğunu biliriz. Tevrat'ın Yahudi peygamberi Daniyal'ın kendisinin de bilime düşkün olduğu rivayet edilir.

Zaman, Göksu çayı gibi hızla akıp gittti. Kuş satıcılarının ve fakir çocukların arasından, saat kuleli Ulu Cami'ye gittik. Şit peygamber ve Lokman hekimin makamlarını gördük; yetkililerden bilgi aldık; dua edenleri izledik. Kırkkaşık Bedesteni isimli minik kapalı çarşıyı gezdik. Yavaş yavaş hava karardı; dünya zencileşti; yağmur serpiştirdi; rüzgar, yaprakların yerlerini değiştirdi; yapraklar buna itiraz ettiler, ama itirazları kabul edilmedi; Ermeni anıtı önünde fotoğraflar çekildi.

Artık şehrin doğusundaydık ve harika Justinianus Köprüsüyle karşılaştık. Köprüler eskiden de paralıymış; bu köprüden geçenlerden Bac yani vergi alınırmış, o yüzden Tarsus'ta bu köprüye Bac köprüsü de denir. Bizim modern köprülerin ismi ise Zam köprüsüdür!..

Gecenin karanlığında Nusrat (Nusret) Mayın Gemisi'ne rastladık!.. İstanbul taraflarında olması gereken bu şöhretli savaş gemisi buradaydı! Yoksa Çanakkale Zaferi de mi Tarsus'ta olmuştu? Tarsus belediyesine bu gemiyi müze haline getirdikleri için teşekkür etmek gerek. Tarihini korumayan bir ülkeye ülke denmez!.. Koskoca antik kentleri 1-2 bekçiyle komik bir şekilde koruma altına almış bir Kültür Bakanlığının Bakanı, gerekli parayı her şart altında bulup oraları böyle laubali bir şekilde değil de ciddi bir şekilde korumak zorundadır; ya koru ya da git!.. Tarih, laubaliliği kaldırmaz; Türkiye'nin oraları koruyacak kadar parası ve kaynağı fazlasıyla var. Mersin limanında batan Nusrat Mayın Gemisi oradan parça parça alınıp Tarsus'a getirilmiştir ve bu konuda hizmeti geçenlere teşekkür bizim borcumuzdur.

29 Ekim dolu dolu geçmişti; Mersin Büyük Yalçın Otel'de kalıyorduk ve temiz, güzel bir oteldi; otelde her gece bir düğün oldu!.. Düğünleri sevmeyen birisi olarak ben, düğün-dışı ortamda olmaktan memnundum; ana asansör dolu olunca yedek asansöre giderken birkaç kez düğünün içinden geçmek zorunda kaldım ve de kaldık; Çetin'in hep söylediği gibi: Hayırlı olsun!.. Otelin terasından Mersin'i seyrettim. Çok güzel bir havası vardı. Kasıma girerken bu temiz ve enfes havanın önemini Mersinlilere anlatabilmek için onları Gökçek'in Ankara'sına, Erbakan'ın Konyası'na götürmek gerekir!.. Bir şeyi kaybettirmek lazım ki değeri anlaşılsın!..

Yollarda yerlerde oturan düşünceli davulcular gördük. Sabah deniz kenarındaki parka gittik. Eli güvercinli ve güllü kadın heykelinin yanından geçip Atatürk Evi'ne girdik. Tavanların yüksekliğinden kaynaklanan ferahlığı ve kaliteli klasik eşyaların verdiği "yükseklik duygusunu" yaşadık. Palmiye ağaçlarının tepesinden aşağıya "şans" döken serçeleri izledik ve mendillerle ellerini başlarını ve saçlarını bu yeşilimsi talihten temizleyenlere gülümseyerek baktık! Ben bu müzede özellikle Atatürk'ün nüfus cüzdanını inceledim.

Bir mekandan ötekine geçerken zaman zaman cevizli sucuk, havuç tatlısı, irmikten yapılma Kerebiç gibi tatlılar alıyorduk. Ama köpüklü kaymağa buladıkları için ben Kerebiç yemedim; köpüklü kaymak değil de gerçek yoğun kaymak olsa yiyecektim!.. Bir Ortodoks kilisesinin zenginliği içerisinde mum yaktıktan sonra liman tarafına indik; güneşin denizdeki muhteşem ışıltılarını seyrettik. Mersin'i beğendim; yaşanılabilecek bir şehir; elbette kenti güzelleştirmek için daha yapılacak çok şeyler var. Mersin Üniversitesi de harika bir manzaraya sahip! Deniz kenarındaki balıkçıları bir süre izledikten sonra Atatürk parkını geride bıraktık.

Yönümüz Kanlı Divane denilen yere doğruydu. Canytellis, sanat tarihçimiz Çetin'in de dediği gibi görkemli bir yerdi. Herkesin yolu buraya pek düşmez. Cennet Cehennem tarzı bir çöküntüsü ya da obruğu vardı. Silifke'deki bu antik kentte dolaşırken yeni fotoğraf makinemin baterisi bitti! Kraliçe Aba'nın anıtsal mezarı bateri kurbanı oldu!.. Sadece Aba değil ünlü Kız Kalesini de fotoğraflayamadım. Bu kaleye 5 lira vererek 15 dakikada tekneyle geçiliyor; teknenin epeyce sallanmasından korkan bir çocuğun biraz komik hali ve atılan birkaç çığlık halen aklımda! Bu anı fotoğrafla saptayabilirdim! Profesyonel davranıp çift pille gelmek gerektiğini artık söylememe gerek yok. Fakat ne kadar plan yaparsanız yapın, hayat hep sizden bir adım öndedir; hayat bizden zekidir, en azından şimdilik!..

Akşam, bizim 4 çeker ekibin Arthur Schopenhauer hayranı olan kısmı, Nazım hoca, arkadaşlarıyla Frederic François Chopin etkinliğine kısacası Şopen resitaline gitti. Ekibin geri kalan kısmı Mersin sokaklarında avare dolaştı. Mersin eski meyve haline girdik; meyve aldık; Türkiye'nin en büyük gökdelenlerinden biri olan 52 katlı yapıya kadar yürüdük. 33 Numara denilen bir düğün salonu daha gördük ve Mersin'de herkesin evlenmekle meşgül olduklarına kanaat getirdik, Hayırlı olsun! Zaman zaman Yalçın Otel'in terasından havaifişekleri seyrettik. 30 Ekim de böylece bir daha gelmemek üzere ya da başka bir kılıkta ve başka bir yüzle karşımıza gelmek üzere geçmişe karıştı.

Pazar sabahı Uzuncaburç'a hareket ettik. Silifke'nin 30 km kuzeyindeki bir sit alanıdır burası. Pek fazla bilinmez. Torosların üzerindeki bu yere araçla epeyce tırmanılarak gelinir; müthiş bir havası, hoş bir doğası vardır; Diocaesarea'da uzunca bir vakit geçirdik. Her yer organik bakkal gibiydi! Sağa dönünce kırmızı elmalar ağaçtan size bakarlar, sola dönünce de tatlı siyah üzümler buraya gel derler! Ura krallığının ibadet yerinde üzüm yiyerek dolaştık. Bu etkinlikte, epeyce zamandır görmediğim Salim hocayla Fatma da vardı; onlar da üzümü yediler ve bağını sormadılar, çünkü zaten bağ oradaydı.

Uzuncaburç müthiş dingin bir yerdi; içinde uzunca zaman harcanacak bir mekandı. Sumak, nane, kuru üzüm ve nar ekşisi satan köylülerle fotoğraf çektirdik, halkımızla bütünleştik!.. Tapınak sütunlarındaki kırmızı boyalar aklımızda yer etti. Şans Tapınağına da gittik; dilekler tuttuk; sanırım ben Volkswagen Touraeg dileğimi, daha az yaktığı için Tiguan'la değiştirdim ve Tanrılara sipariş ettim! Yeraltı kilisesi, Aya Tekla ya da Azize Thekla derken, ayağı burkulan birinin acılı telaşını izlerken, kendimizi Silifke'nin Taşucu'ndaki yapayalnız Deniz Kızı heykeli önünde bulduk. Yol boyunca deniz kenarından ilerlerken pek çok "çok-katlı" evler gördük; bunların hemen hepsi deniz manzaralı evlerdi ve yazlık olarak kullanılıyorlardı. Akşam güneş batarken dahi Taşucu'nda denize girilebilirdi. Keskin gözlerle baktık ama karşıdaki Kıbrıs'ı göremedik!.. Bu deniz kızı heykelini, trafik kazasında yitirilen değerli Profesör Tankut Ötkem yapmış. Danimarka'dakinin fotoğraflarını görmüştüm; bu heykelin ondan daha güzel olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

Yoğun bir kültürel etkinlik oldu; Üçgüzellerin, daha doğrusu Üçtombulların yurdu Narlıkuyu'daki lezzetli levrek balığını düşünürsek de güzel bir "yemek etkinliği" de oldu. Fatih beyin doyurucu bilgileri, Aykut hocanın sıcakkanlı evsahipliği ve sanat tarihi uzmanı Çetin'in pozitif yaklaşımıyla, detaylı anlatışıyla başarılı bir etkinlik gerçekleşti. Herşeyi güzelleştiren de çirkinleştiren de insandır, insanoğludur. Güzelleştirenlere rastladığımız her zaman kendimizi şanslı saymalıyız. Biz, bu gezide kendimizi şanslı saydık. Bir gün yeniden, Narlıkuyu koyuna bakarken levrek yeme dileklerimle... Zamanın çarkı hızla döner ve insan bazen yeniden aynı yere gider!..

Mehmet Murat ildan