Saturday, January 22, 2011

Başköy Kaletepe Strabon Yürüyüşü


Bugün 2011 yılının 23 Ocak Pazar günü. Geçmişte bugün ne olmuş derseniz, 228 yıl önce üstat Stendhal doğmuştu derim! Yıllar evvel, Paris'e gitmeden hemen önce Zafer çarşısına gidip Stendhal'in Parma Manastırı romanını almıştım; güya uçakta bu kalın kitabı okumaya başlayacaktım. Halen okuyamadım!.. Üstadın bir sözüyle bugünkü yazıma başlayayım: "Her gün, ilham gelsin veya gelmesin yirmi satır yazınız!" Ben sekiz satır yazdım bile!..


Bu hafta sonu bir arkadaşın önerdiği bir derneği tanımak üzere yola çıktım. Sonuç olarak DASK'la başlayıp Strabon'la bitirdim. DASK'ın açılımı şöyle: Doğa Araştırmaları, Sporları ve Kurtarma Derneği. 22 yıl önce kurulmuş bir organizasyondur bu. Bununla ilintili olan grup ise Strabon grubu. Bugünkü Eğerli Başköy - Kaletepe yürüyüşü Strabon grubu tarafından yapıldı. Rehberi Gökhan Koçak'tı; onu önceki yürüyüşlerden hatırladım; samimi, efendi bir arkadaş ve tedbirli, düşünceli bir rehber. Etkinlik 19 kişinin katılımıyla 10.30 gibi başlayıp 17'den önce, hava kararmadan sona erdi. Etkinliğin fotoğrafları aşağıdaki linkte mevcuttur:
Strabon, bir gezi ve kültür etkinlik grubu ve Anadolu Uygarlıklarını keşfetmeyi amaçlayan bir grup. Grubun ismi Yunan tarihçi ve coğrafyacı Strabon'dan geliyor; dünyanın ilk coğrafyacısı kabul edilen Strabon Amasya doğumludur, yani yabancı değildir!.. Anadolu'yu epeyce dolaşmış bu ünlü coğrafyacının ismini kullanmak motive edici bir unsurdur elbette. Ve böylece yazım 20 satır oldu ve dahi geçti; üstat Stendhal'in tavsiyesine fazlasıyla uymuş oldum!..


Kızılcahamam'ı geçtikten sonra 3 km kadar giderek AKPET tesislerinde çorba ve kemer molası verdik; pantolonu düşmekten kurtaran kilit düğmenin kopması ve de 10 liraya alınan bir kemerden, ezo gelin ve mercimek çorbalarından sonra Işık Dağı yoluna ya da Çerkeş yoluna girdik. Bu yola girdikten sonra yükselme başlar ve ağaçların arasından aşağılardaki Eğrekkaya barajı mavice göz kırpar. Hava durumuna göre bugün bu civarlarda yağmur geçişi olacaktı; etrafta hiç kar görünmüyordu, ancak Gökhan tepelerde kar olduğunu söylüyordu. Semeler'e gittik. Oradan da Eğerlibaşköy'e vardık. Buralarda ismi "Eğerli" diye başlayan birkaç köy daha var.
Bu civarlarda nereye gidersek gidelim yine Yabanabad bölgesindeydik. Osmanlılar zamanında özellikle Kızılcahamam ve Çamlıdere ilçelerini içine alan bu alana Yabanabad diyorlardı. Daha önce bahsetmiştim, Ankara Savaşı zamanında bölgeye askerler gelmiş ve atları eğerli olanlar Başköy, Kozören, Alören ve Dereköy gibi köylere yerleşmişler. Atları semerli olanlar da Semer köyü taraflarına yerleşmişler; tabii söylenen bu ama gerçek nedir bilemem; gerçek ancak çok derin sorgulamalarla bulunabilir ve geçmişe ait bazı şeyler ise hiç bulunamayabilirler.
Eğerli Başköy oldukça engebeli bir araziye sahipti. Geçmiş yıllarda Emeklidede tepesine yapılan bir yürüyüşe giderken uzaktan, dağlara oyulmuş mağaralar görmüştüm ve içimden oraya gitmek lazım demiştim. İşte biz bugün oradaydık; insan bazen içinden son derece masumane ve güçlü bir şekilde bir şeyi istedi mi o şey gerçekleşir; bu hangi kanuna dayanır bilemem, herhalde "iradenin gizli gücü" kanunudur bu!.. Ama bu kanunda "şüpheye" yer yoktur; şüphe, işi bozar!..
Başköy camisinin avlusunda malzemeleri hazırladık; bol sulu çeşmeden ve cami terliklerinin önlerinden geçip Parmak Kaya denilen yere yöneldik; burada sivrice bir kaya sanki parmak kaldırmıştır, adeta göklere bir soru sormak için ondan izin istemektedir; parmak halen durduğuna göre izin henüz verilmemiştir! Nihayet yeni Windstopper'ımı tatmin edecek düzeyde serince bir rüzgar vardı. Tezekli yolda üzerlerine basıp düşmemek için dikkatle aşağı inişe geçtik ve buzlu dereye indik. Parmak Kayayı uzaktan seyredip Kaleardı'na doğru çıkışa başladık. Kayalardaki mağaraların içine girmedik çünkü pek bir şey yokmuş. Resimlerden, bu kaya oyukları ulaşılamaz diklikte görünüyorlardı ama bu sadece bir göz aldanmasıydı. Esasen hayattaki pek çok güçlük de bir "zihin aldanmasıdır." Bize zor görünürler ama işe koyulunca o zorluklar erir gider!.. O yüzden insan bir iş zor mu diye düşünmemeli, kolları sıvayıp işe girişmeli!..
Meyve ağaçlarının, sulak çeşmelerin, en yeşilden daha yeşil olan kaya yosunlarının, kupkuru bile olsalar bir güzellikleri olan dikenlerin yanlarından, taşlı yollardan geçip saat 13.30'a kadar yükseldik. Isındırıcı bir tırmanış oldu; Gökhan grupta en çok zorlanana göre molaları ayarladı. Titrek kavakların yanlarından titremeden geçtik; zaman zaman ürpertici rüzgar esiyordu. Tek kat içlik epeyce bir süre idare etti; başından sonuna dek de idare edebilirdi, eğer yemek sonrası mideye üşüşen kanın bizi soğutması olmasaydı!.. Çok uzaklardan, koyu bulutların arasından muhteşem bir güneş dağların arasındaki çukura vurdu ve orası altından bir çukur gibi parıldadı; bu çukur, insanoğlunun bütün servetlerinden daha değerliydi; göz kamaştırıyordu. Seyir tepe tarzı bir yerden Eğerli Başköy'ü seyrettik.


Ekipte iyi fotoğraf makineleri vardı; bu işin hobisini profesyonelce yapan Turan bey güzel fotoğraflar çekti. Kuşlara dair bilgisi de epeyce vardı. Ötüşlerden cinsleri bilebiliyordu; bıyıklı baştan kara kuşundan bahsedildi. Çok şey konuşuldu ve her şeyi hatırlamak imkansızdı. Yürüyüşe genellikle sessizlik, daha doğrusu doğal sesler hakimdi. Karlara bastıkça eskimiş tahtalar gibi gacırdıyorlardı; bazen baton uçlarımızdan tok sesler geliyor ve bir buzun üzerinden geçtiğimizi anlıyorduk. Artık ormandaydık; sürüler, minareler, ovalar geride kalmışlardı. Orman içi rüzgarsız sayılırdı. Ben ilk aşamada 1 pet şişe üzüm suyumu bitirdim. Geriye 2 tane 0.5'lik su şişesiyle 1 termos sıcak su kaldı. Soğuk suyu pek sevmiyorum; ılık su hoşuma gidiyor. Yalnız, city farm'ın organik üzüm suyu o kadar tatlıydı ki bir daha yürüyüşe getirir miyim bilemem!..
Bu gezide daha önce ADOG'da fotoğraflarını gördüğüm ama birlikte yürümediğim Jak Den de vardı; Türkçesi iyi bir Hollandalı; gerçi dönüşte minibüste "Herkes Türktür" esprisinden o da payını aldı; Türkiye'yi seven bir Hollandalı dersek daha doğru olur!.. Kökenleri fazla önemsememek gerek; 1000 yıl öncesine kadar inelim, Türküz; peki 3000 yıl öncesinde; hadi ona da Türk diyelim; 10 bin yıl önce, 1 milyon yıl önce? İşin gerçeği şu ki sıfır noktasına doğru geri gittikçe ne Türk kalır, ne Alman, ne Japon, ne Ugandalı ne de Tanzanyalı! Biz, uzayın derinliklerinden geliyoruz ve gerçek ırkımız "Kozmik Irk"tır!.. İnsan, yaşadığı ülkenin ve coğrafyanın ve ideolojilerin ve dinlerin onun zihnine kazıdığı çocuksu bilgilerden ve düşünme tarzlarından, kültür dediğimiz kalıplardan ve dahi geleneklerden kendisini kurtarıp özgürleşmelidir; özgür bir zihinle sonsuzluğun içinde düşünmeli ve büyük tabloyu görmelidir. Özgür olmayan hiçbir zihin gerçeğe bir milim dahi yaklaşamaz.
Kar çoğalmaya başlamıştı; insanlar karda iz açma keyfini yaşamak için zaman zaman öne geçiyorlardı ama Jak (Bay Jak) bu konuda en hevesli olandı; antreman yapmak istiyordu ve gerçekten de karda iz açmak, özellikle yarım metreyi geçen karlarda yol açmak müthiş geliştiricidir ve umarım Şubatta böyle bir fırsat bulunur. Zaman zaman çantaya ağır yük yüklemek de iyi bir antreman olur. İnsanı ancak zorluklar geliştirirler; kolaylıklarla gelişen hiçbir insan olmamıştır!..
Gökyüzü zaman zaman masmavi yüzünü gösteriyordu; Güneş'le yüzümüz yüz yüze geldiklerinde tatlı bir sıcaklık oluşuyordu. Ayaklarda biraz üşüme olmuştu, hatta birazdan da öte ciddi olarak üşümüştü ve buharları tüten bir kaplıca hayali yürüyüş boyunca zihnimde dolandı durdu: Pırıl pırıl bir kaplıca suyuna girip orada sonsuzluğa gevşemek; evren dediğimiz kaotik yapıda noktasal cennetlerdir bu kaplıcalar ve insan oralarda, sıcaklığın vücudu saran güvenliği içinde Tanrı'ya şükreder!..
1500 rakımlardan yürümeye başlamıştık ve hedefimiz 1950 metrelik Kaletepe'ydi. Kaleardının sırtlarında rüzgar bizi kamçıladı; bazen dikkat etmediğimiz dallar da yüzümüzü kamçıladılar. Artık acıkmaya başlamıştık; dere otlu böreğimden ve haşlama patetesten bir parça yemeyi arzuluyordum. Kaletepe'nin zirvesinde fazla kalmadık ve bir yarı-kuytulukta yemekleri yedik. Ben balık ikramına hayır dediğim için pişman oldum; açık havada Hamsi tadı da güzel oluyormuş; yine de bazı şeylerin tadımlıkta kalması da güzeldir, sonradan hayali yüksek olur; bazen hayal gerçekten daha güzeldir ve o yüzden gerçeği yakalamaktansa onu bırakıp hayaliyle daha yüksek bir gerçeğe erişebilir insan!.. Yine de absürd bir düşüncedir bu tabii ki!..
Geldiğimiz rotaya yakın yollardan geri döndük; hafifçe yağan karın tipiye dönme ihtimali vardı; daha doğrusu bir lokal tipi geçişi mümkündü. Saniye, dönüşün rehberliğinin bir kısmını yaptı; bu rehberlik dediğimiz olayın elbette en güzel yanı en önde manzaralı mevkide olmaktır!.. Bugünkü yürüyüşten keyif aldım; zorlanma olmadı, özellikle çıkışta olmadı; sadece ayağım üşüdü; YKM'den 10 liraya aldığım oturma minderi ise alt kısmı dondurdu; soğuk günlerde içlik giymek gerekir! Her geziden bir ders çıkarıyorum; o minderi yazın kullanacağım. İnsan elbette hiçbir zaman hiçbir konuda mükemmele ulaşamaz; sadece ona yaklaşmak için çabalamak hoştur ve esasen yaklaşamayacağımızı da hayat bize değişik oyunlarla gösterir!.. Tam her şeyi planladım dersiniz ve ortaya planlanmamış bir şey çıkar karşınıza!.. O yüzden yaşam, nereden geleceği belli olmayan oklarla savaşarak yaşanır ancak!..

Yazımı iki müzikle sonlandırıyorum; ilki bir memleket türküsü; Elvis'e biraz ara vermiş olayım; hep Elvis onun değerini düşürür! Mihriban...



İkinci parça da şöyle: Roxette; It must have been Love; hüzünlü ama güzel bir şarkı; benim "bütün zamanların" favori şarkılarımdan...




Mehmet Murat ildan