Sunday, January 16, 2011

Karyağdı Dağları



Bugün, 2011 yılının 16 Ocak Pazar günü. 16'sını severim; benim doğum günüm, ama bu ay değil, farklı bir ay!.. Bu hafta sonu doğa etkinliğimi Ankara Trekking grubuyla yaptım. Etkinliğe 14 kişi katıldı. Bugünkü yürüyüşün bir "Meditasyon Yürüyüşü" olduğunu söyleyebilirim; sessiz, sakin, zihni dinlendirici bir yürüyüş oldu. Zaman zaman yalnızca sazlık kamışlarından çıkan sesleri duyduk.


Ben her seferinde 13 kişi saydım, çünkü kendimi saymayı unutuyordum!.. Sabah 8.20 gibi Ankara'dan ayrılıp tam 16.00'da Ankara'da, daha doğrusu benim bindiğim yerde olduk!.. Etkinliğin fotoğrafları aşağıdaki linkte mevcuttur:




Orhaniye, Kazan ilçesine bağlı bir köy ve Ankara'dan pek de uzak değil. 990 metrelik bir rakımı var ve biz bu köyden 1300'lere kadar yükseldik. Kazan'ın en yüksek noktası Keklikdoruğu tepesidir; burası Karyağdı dağının 1484 metrelik zirvesidir. Biz bu zirveyi uzaklardan gördük. Oraya gidip gelmek için birkaç derin vadi geçmek gerekiyordu ve eğer gitseydik gece yarısından önce de dönemezdik!.. Saray yakınlarındaki Serkan kafede çay/kahvaltı molasından ve "Taş ekmek" alımından sonra köyden yürüyüşe başladık. "Dakika 1 gol 1" bağlamında ben tozluğumu bağlarken çantamı ve elimi tezeğe bulaştırmayı başardım ve de tek kolonyalı mendilimi harcadım; bundan sonra ağırlıktan feragat edip çift mendil getireceğim!..


Köy camisinden ve harabe evlerin arasından köpek havlayışları eşliğinde yukarı doğru yükselmeye başladık; yol boyunca pek çok güzel horoz gördük; durmadan öttüler; sanki yüz kez sabah oldu! 100 yaşında olduğu söylenen görkemli bir kara dut ağacının yanından geçerek denize ulaştık!.. Bir zamanlar buralar denizmiş; biraz yürüyünce bunun kanıtları hemen her yerde görülmeye başlandı. Selami bey bize pek çok deniz kabuğu fosili ve deniz kestanesi fosilleri gösterdi. İstridye, midye ve balık fosilleri arasında dolaşırken benim canım Fevzi hocada balık yemek istedi: Mezgit tava ya da deniz levreği; yanında da nar ekşili soslu Amasra salata ve kaygana!.. Bu fosillere baktıkça insan adeta denizin sesini ve dalgaların uğultusunu duyuyordu. Deniz seviyesinden 1050 metre yükseklikteki bu fosiller milyonlarca yıl öncesini hayal etmemizi sağladı. Ankara Maymunu denilen fosilin de yine Kazan bölgesinde bulunduğunu notlarım arasına ekleyeyim. Buradaki fosillerin yaşı onlarca milyon yıl öncesine kadar gidiyor. Yani 60-70 milyon yıl önce bir deniz tabanı olan bir yerden bahsediyoruz. Jeolojik dönemlerle ilgili çok fazla bilgim yok; Tersiyer zaman denilen 3. jeolojik zamanda Anadolu kütlesinde karalaşma çoğalmış, denizler gitmiş ya da göllere dönüşmüşler.
Bu fosil yataklarını geride bırakıp yola devam ettik. Hava sisliydi; başlangıçta 2-3 dereceydi, sonra 7-8'lere çıktı. Ortam rüzgarsız ve sessizdi; kuşsuz ve böceksizdi. Kar olmadığından ayakkabılar, tozluklar çamur içinde kalmışlardı.


Grupta bir de balıkçılık/avcılık işlerinden iyi anlayan Necip bey vardı; ondan domuz avı hikayeleri, çoban köpeklerini irileştirme stratejilerini dinledik. Avcı çizmesiyle gelmişti etkinliğe. Trekking gruplarında hemen her meslek olur; bu grupta da parlamento muhabirinden, grafik tasarımcıya ve dişçiye kadar değişik meslekler vardı. Tepelerden çorak dağlara baktık; Keklikdoruğu bir kayboluyor bir görünüyordu. Toprakta açmış beyaz çiçeklere basmamaya çalışsak da bu pek de mümkün olmuyordu. Yürüyüş genelde serbest sitilde sürüyordu; her ne kadar Selami hoca öncü, Nedim hoca da artçıysa da isteyenler zaman zaman öne geçip ilerliyorlardı; sadece ekip düzeninde yürünme zamanları Selami hoca önde gidiyordu.
Kızılcahamam ormanlarının bol oksijeni burada yoktu. Asalak ökse otlarının yanlarından geçip yerel bir zirveye çıktık ve uzaklardan bir avcı gördük. Sonra da çevreye dağılmış en az 5 avcı daha gördük. Tavşan avlıyorlardı herhalde ve tavşanları belirli bir yere, dar bir yere doğru sürmeye çalışıyorlardı. Buralarda yaşam tekdüze olduğundan avcılık yapılarak monotonluk biraz kırılmış oluyordu. Şehir insanı zaman geçirmek için AVM'lere giderdi köylü de ava!.. Ama elbette bazen ürünlere musallat olmuş bir yaban domuzu için özel olarak ava da çıkılırdı.


Ahmet hoca, yavaş ama değişmeyen bir tempoda tırmanıyordu. Necip bey koluna 2 tane turunç renkli fosforlu bant taktı; bunlar sanırım avcılara karşı bir önlem gibi bir şeydi; oldukça uzaktan görülebiliyorlardı. Ben beyaz giydiğim için herhalde çok uzaklardan beyaz tavşana benzetilme riskim vardı!.. Yürürken aniden karşımıza açık kahverengi birkaç kaya çıktı ki kendimizi sanki Mars'ta sandık. Bu esrarengiz görünümlü kayalardan sonra dere yatağı inişimiz başladı. Burada serbest yürüme sitilinde herkes kendi temposunda ilerledi; kaybolma olasılığı yoktu. Onlarca kıvrımdan oluşan bir dereydi bu ve 5-10 metre ileride yürüyenler birbirlerini göremeyebiliyorlardı.


Yukarıların yeknesaklığı ve çoraklığı kendisini biraz daha yeşile bıraktı. Ayakkabılarımızdan çıkan hoş toprak kokusunu içimize çekebiliyorduk. Dere yatağı ölü kaplumbağa kemikleriyle doluydu. Yaşam zordu; ölüm kolaydı; ışık geçici, karanlık daimiydi; bir otelin kiracılarıydık ve bir türlü ev sahibi olamıyorduk; hancı değil yolcuyduk. Bilim bir gün bizi hancı yapabilir!..
Avcı kovanlarının üzerlerine basıp onları yumuşak çamura gömüyorduk. Yer yer balçığa saplanıyor, sonra derenin sularında balçıklardan kurtuluyorduk. Kapalı bir vadiydi ve üstten uçaklar geçmiyordu; sessizlik hakimdi; zihnin huzur duyduğu bu sessizlikte insan saatlerce yürüyebilirdi ve her adımda ayakkabıların cilanlanması gibi zihnimiz de cilalanıyor, berrraklaşıp parıldıyordu. Saat 13 gibi dere yatağının içinde ana yemek molası verdik.


Benim tam önümde masa gibi duran bir kaya vardı. Önce kendi yiyeceklerimi koydum; pek zengin değildi; patates matates; domates turp, maydanozlu sigara böreği... Sonra Necip bey taş masaya kendi getirdiklerini koydu. Ortaya çok zengin bir taş-masa çıktı! Zeytinler, köy peynirleri, hemen yakındaki ateşte pişirilip getirilen bazlamalar ve doğal vişne suyu ve bir de acılı domates ezmesi. Ahmet hoca bir oturdu bir daha da kalkamadı; hep yedi! Grafiker Şenay hanım sanki sadece sigarayla doyuyor gibiydi; Sevil de derenin bir kıvrımında yok olup yemekle sigaraya dalmıştı! Meltem'in hamsi konservesi avcı bıcağıyla açıldıktan sonra yavaş yavaş yiyecekler azaldı. Siyah bir mantar, hemen arkamda adeta bizi izledi ve onu da yiyeceğimizden korktu!.. Dere yatağına tuhaf bir şekilde dikilmiş 10 kadar ağacı geçtikten sonra üzerinde "Sahibil Hayrat" yazılı çeşmeye geldik. Esası "Sahibül Hayrat" olacaktı. Sahibül, "sahibi" demektir; Hayratın Sahibi!.. Zaman zaman çeşmelere isim yazılır; iyilik yapan, "Bu iyiliği ben yaptım, beni hatırla!" der sanki ama bilmez ki en harika olan şey iyiliği gizlide yapmaktır!.. Her kim bir iyilik yapar ve o iyiliği kimin yaptığı hiç bilinmez ise, o iyilik yapan kişi gerçek bir melektir!.. Bilinirse de tabii ki ziyanı yok!.. Ben, ideal olandan, en değerliden, en zor olandan, "üst-insandan" bahsediyorum; mutluluğu bile gizlide yaşamayı başarabilen o esrarengiz "üst insandan!.."


Bu çeşmedeki kısa bir moladan sonra grup ikiye ayrıldı. 7 kişi dağa tırmandı; 7 kişi de dere yatağından Orhaniye köyüne devam etti. Bu tırmanış güzel oldu; ben tırmanışları seviyorum; insanı zorluyorlar ve geliştiriyorlar; her zaman zorlu bir tırmanmadan yanayım, yorgun olsam bile!.. Shaolin rahiplerinin küçük yaştan itibarenki eğitimlerini gördüğümde önce şaşırmıştım; mesela küçük bir çocuk kafasını günde 100 kez belirli bir teknikte bir kuma vuruyordu! Tabii büyüdüğünde o kafayla odun kırma aşamasına geliyordu!.. Ama biz yokuş çıkmakla yetinsek daha iyi; bir Shaolin (Şaolin) dağcısı olmasak da dünyanın sonu gelmeyecek!..


Yükseldik ve yükseldik; sonra da güzel bir sürü ve bu sürüyü koruyan iri bir çoban köpeğini gördük. Hiçbir yerde kar yoktu ve bu pek iyiye alamet değildi. Yan yatmış ya da katlanmış kaya oluşumlarını seyrettik ve sonunda Orhaniye köyüne vardık; saatler 15 civarıydı. Fosil ve dere yataklarında ilginç bir yürüyüş oldu. Kara dut festivali de yapılan bu köyü de hafızalarımızdaki raflara yerleştirdik.


Yazımı her zamanki gibi bir müzikle bitiriyorum: Bu kez yine Fernando Rosas; La Tertuila.




Mehmet Murat ildan