Saturday, February 26, 2011

Asar Tepe Yürüyüşü


Tarihler 27 Şubat 2011 Pazar gününü gösteriyor. Şubat ayı da geldi ve de geçti; gelip de geçmeyen bir şey bulursanız ona sakın yaklaşmayın, çünkü bu evrene ait bir şey değil demektir o, her an patlayabilir!..


Bu ay daha çok Libya sözcüğünü duyduğumuz bir ay oldu; olaylara Evrensel ölçekte baktığımızda bunlar elbette basit ötesi şeyler; bizim alt dünyamızın neredeyse görünmez ölçekteki ilkel didişmeleri, insanoğullarının ahmakça yaşamlarından mikro ötesi delice boş kareler... Doğrusu Jupiter'in uydularını incelemiş olan Galileo uzay aracının maceraları evrensel ölçekte çok daha önemli ve devrimci olaylardır. Düşünün ki bu dev gezegenin uydularının üzerinden geçerken uzay aracı manyetik bir alan saptıyor; yani uydunun çekirdeği halen sıcak, Ay'daki gibi soğuyup bitmemiş, kalbi atıyor; toprakların altında ise donmuş okyanuslar var... Başka bir zaman bu konularda yazmak üzere kendi konuma dönüyorum şimdi, yani Ankara'nın hinterlantlarına, iç bölgelerine, arka bölgelerine...


Bu haftaki yürüyüşümü DASK'la (Doğa Araştırmaları Sporları ve Kurtarma Derneği'yle), daha önce bazı yerlerini bir kez yürümüş olduğum bir parkurda yaptım. Tabii yazıma başlamadan önce mekanik bir şekilde 27 Şubatta, bizler henüz doğmadan önce tarihin derinliklerinde neler olmuşa bakmışımdır mutlaka! 27 Şubat 1932 yılında Elizabeth Taylor doğmuş; beğendiğim bir aktristi benim. Onun bir gençlik resimlerine ve bir de son resimlerine baktığımızda, her şeyin kanatları vardır diyebilmekteyiz; yani güzellik de kanatlıdır ve uçup gider; geriye karakter kalır diyeceğim ama o da bir süre daha yerde durup her şey bitmeye yakın havalanıp gökyüzünde kaybolur, yine de insanda en son kanatlanan şeydir diyebiliriz!.. Koskoca bir kaya bile kanatlıdır; zaman içinde ufalanıp toz haline gelir ve de uçmaya başlar!.. Üstat Buddha bu tür geçiciliği anlatmıştır yaşamı boyunca... Bense şimdi geziyi anlatacağım. Etkinliğin fotoğrafları Picasa albümümde yer alıyor:



Aynı köy isminden genellikle birden fazla bulunur. Kızılcaören de böyledir. Sıvas Divriği tarafında bir Kızılcaören var; Tokat Reşadiye'de de var... Bu köylerin internet sitelerine girince bir anda yüzünüze yumruk vurur gibi karşınıza ölüm haberleri çıkar: Falanca hakkın rahmetine kavuşmuştur, filanca ahrete gitmiştir; başka birini Tanrı çok sevdiğinden "Gel bakim yanıma evlat," demiştir!.. Köy halkından ölenler ana sayfadan ilan edilirler. Bence sadece yaşamak ve var olmak Tanrı'nın rahmetidir, ötekisi değil!..


Ankara-Bolu karayolu üzerindeki Kızılcaören köyünün 1025 civarlarında bir rakımı var. Köyden tam Batı'ya doğru giderseniz Kızılcaören yaylasına ve de göletine kavuşursunuz. Orası da rakım olarak 1500 civarındadır. Bu köyün hemen yakınında Yunus Dede Türbesi diye bir yer de var; bugün minibüsle giderken yakınından geçtik, gerçi pek fark eden de olmadı!.. Yunus Dede, Şeyh Ali Semerkandi'nin öğrencisidir. Kızılcaören köylüsüdür; rivayete göre Şeyhin verdiği bohçanın içinden bir bıçak fırlayıp bir meşe ağacına saplanmıştır ki türbe de o ağacın yanındadır. Bu uydurma hikayelere insanların inanmalarını çok yadırgamakla birlikte, bazen de "Bırakalım inansınlar, herkes de aklın yanında olacak değil ya!" demek lazım ya da spirütüalitenin de insana bazen güç veren bir unsur olduğunu bilmek ve dahi bunu kabul etmek gerek; abartılmadığı sürece maneviyat bastonuna zaman zaman dayanılabilir. Yürüyüş öncesinde Devlet Meteoroloji İşleri'nden hava durumuna baktım. 2 ila 9 arası bir derece ve de yağmurlu görünüyordu; rüzgar hızı saatte 16 km; rüzgar bizden epeyce hızlı gidecek görünüyordu!.. Ama Gökhan Koçak'ın da dediği gibi o hava durumu Kızılcahamam içindi. 5 km uzaktaki Kızılcaören vadisinde rüzgar namıma bir şey yoktu!..


Biz bugün Asar Tepe'yi hedef olarak koyduk. Asar, Arapça eserler anlamına geliyor. Ama burdaki anlamı o mudur bilemem. Etkinliğe 20 kişi katıldı. Sabah 7.48'de benim duraktan yola çıktık. Öncesinde başka gruplar oradan geçti; Müslüm hoca (Müslüm Öndeş - Ankara Dağcılık ADKK) her zamanki gibi dağcılık disipliniyle tam vaktinde oradan ekiple Çubuk/Karagöl tarafına gitti.


İlk molamızı Mevlana'da verdik. Tozluk takma işkencesini bitirip, biraz da ekmek yiyerek yola çıktık. Kızılcahamam'daki meşhur Kara Akbaba heykelini geçerek Kızılcaören'e vardık. Buradan içeri girip 5 dakika kadar arabayla giderek Çengeller Mahallesi önünde durduk. Dere kenarından yürüyüş başladı.


Yürüyüşe başladığımız bölge Milli Park sınırları içindedir ve pek hoş bir vadidir. Akar çeşmeler boldur; Kara Akbaba gözetleme kulübeleri de yine bu bölgededir. Ağaçların en üstündeki Akbaba yuvaları dikkatli yürüyüşçülerden kaçmaz; bunlar büyük yuvalardır çünkü akbabalar büyüktür!.. Akbaba çekimleri yapanlar genelde bazı yerlere yaban hayvanı leşleri atarlar; tıpkı balıkçıların yem atmaları gibi! Yakın çekim yapmak istediklerinde mesela bir yabandomuzunun içine kamera dahi koyarlar; leş olarak bazen at leşleri de atılıyormuş.


Asar Tepe bölgenin yüksek bir yeri ve de elbette bir Kara Akbaba gözetleme yeri; oradaki kulübeyi uzaktan gördük. Akbabalarla ilgili çok bilgim yok ama 8000 metrelere kadar çıkabildiklerini düşünmek bile bu yırtıcı kuşların ne yaman olduklarını bize hissetiriyor. Topu topu ne kadardır bunlar dersek Kızılcaören yaylası tarafındakiler toplam 12 çiftmiş; ama gerçek sayının daha yüksek olduğunu söyledi Gökhan! Umarım sayıları artar, umarım yaşam alanları genişler ve başka illerde başka koloniler kurarlar. Bir takım aklı-eksikler kurtlar için zehirli etler atıyorlarmış; bunlar da akbabalara ciddi bir tehdit oluşturuyor elbette.


Yürüyüşün ilk bölümü hafif eğimliydi; herkes serbest tempoda yürüdü; hızlı giden gitti, gözden kayboldu!.. Yaşar bey ve Turhan her zamanki gibi dikkatle fotoğraflarını çekiyorlardı. Bu çeşmeli yol Çatal-çeşme denilen yere kadar devam etti. Her zamanki gibi tek kat içlikle yürüyordum; neredeyse bütün kışı böyle geçirdik (geçirdim) sayılır. Çatal-çeşme'den sağa sapıp ormanlık alana girdik. Sanırım saat 11 civarlarıydı ve bundan sonra saat 13-13.30'a kadar dik bir yokuş çıktık. 2-2.5 saatlik güzel tempoda yokuş antremanı oldu. Arkada yorulanlar olunca düdük çalıp mola istiyorlardı; herhalde Çiğdem'de düdük vardı ya da Turhan'da. Etkinlikte yine her meslekten, fotoğrafçıdan, doktora, Amnesty International'da (Uluslararası Af Örgütü'nde) gönüllü çalışandan, astsubaya kadar geniş bir yelpaze vardı. Yol boyunca sayısız konular konuşuldu; Pınar'ın Patagonya, Nepal ve Hindistan gezilerinden bahsedildi; Pınar ayrıca bir Everest Anakamp gezisi düşünüyormuş. 3070'lik Kızlar Sivrisi'ni de unutmadım tabii. Orası Akdeniz'in en yüksek doruğu. TODOSK ya da Toroslar Doğa Sporları Kulübü 12-13 Mart tarihleri arasında 5. Kış Dağcılık Şenliği'ni yapıyor. Bu bağlamda Kızlar Sivrisi'ne çıkılacak; herhalde Kızlar Sivrisi'ne erkekler de çıkabiliyordur; bilemem!.. 1950 metreye kamp kurulacakmış. Ama lisans gerekiyor galiba. Benim bir lisansım vardı ama yok olup gitmiştir ve tarihi geçmiştir büyük ihtimal!.. Minibüste Turhan'ın Kızılcahamam pazarından tuzsuz peynir alma isteğinden, dansözlerle ilgili konulara ve bugün vefat eden Erbakan'a kadar onlarca konu konuşuldu...


Konumuza dönecek olursam, Çatal-çeşme'den dik çıkışa başladık. Hiç kar yoktu. 1050'lerden 1650'lere yükselecektik. Güney yamaç olduğundan kar kalmamıştı. Karşıdaki Soğuk Su kuzey yamacının karları, nadiren de olsa yüzünü gösteren güneşin altında dikkatli gözlere parıldıyorlardı. Yol boyunca topluca fotoğraflar sıkça çekiliyordu. Nihayet göklerde ilk Akbabayı gördüm! Dev kanatları vardı; bizi hiç umursamadan göklerde süzülüp gitti ve sonra ötekileri gördük. Bunlar leşlerle besleniyorlardı. Akbaba yerine onlara Leşbaba desek daha doğru olurdu ya da siyah oldukları için Karababa!.. Yolumuzun üzerinde yarı-asalak ökse otlarına rastlıyor, asalaklıklarına kızıyorduk. Meşelerin arasından yapraklarını hışırdatarak geçiyor; çiğdemleri ezmemek için Budist yanımızı öne çıkararak bazen dikkat ediyorduk. Mikro dünyanın makro dünyadan çok daha zengin olduğunu hatırlayıp bazen yerleri bir radar gibi gözlerimizle tarıyorduk ve binlerce detayı aklımızdaki bir havuza - orada sadece birkaç saat kalmaları kaydıyla - boşaltıyorduk; bu esnada bir tırtıl da gördük.


Asar Tepe'ye yaklaştıkça karlar açığa çıktılar; ıslak bir kardı bu; zaman zaman 50 cm'yi bulduğu oldu. Sevinç, önde serbest sitilde değişik çıkış tekniklerini deniyordu. Yukarı çıkarken ben bir sincap gördüğümü söyledim; sonra durup dikkat kesildik; sincap gelincik çıktı; uzaklardan meraklı gözlerle bizi inceledi ve sonra fırtına hızıyla gözden kayboldu!.. Kızıl geyik izlerine benzer izler de gördük. Asar Tepe'ye vardık ve burada 30 dakika yemek molası verdik. Tepe'den Eğrekkaya barajını ve Kızılcaören'i görebiliyorduk. Kar serpiştiriyordu; tenimizin üzerine yavaşça konuyorlar, sanki bize selam veriyorlar ve ardından da eriyip yok oluyorlardı. Bembeyaz karların içinde simsiyah bazalt taşları görsel bir tezat oluşturuyorlardı; bunlar volkanik kaya kütleleriydi.


İnişe geçtik; sıcak basanlardan kısa kolluya geçen bile oldu. Bir dere yatağından, yumuşak çamurlardan, bataksıl yerlerden geçtik. Uzaklardan Kızılcaören yayla evlerini gördük ve sonrasında güzel manzaralı ve huzurlu, ama bolca da taşlı meşhur patikaya girdik. Trabzonlu İsmail'le konuşurken bir kez daha Karadenizlilerin ilginç insanlar olduklarını teyit etmiş oldum! Yağmur yağmasına hiç aldırmıyordu ve cin gibiydi!.. Yol boyunca pek çok ikramlar oldu; Tülay'ın kakaolu keki oldukça başarılıydı.


Uzaklardan Javsu (Jandarma Asayiş Vakfı suyu) tesislerini gördük; ardından tarihi çeşmeye ve Kızılcaören köyüne vardık. Etkinlik boyunca 20 numara olarak adlandırılan Özgür antreman eksikliğinden biraz yorulmuş gibiydi. Dönüşte AKPET tesisi lokantasında çorba, haşlama et vs yenildi. Lokanta patronu kendi kuyu sularının Javsu'dan daha iyi olduğunu iddia etti ama ben hiç ikna olmadım!.. Nefes geliştirici bir etkinlik oldu; dağcılığın ya da trekkingçiliğin en iyi antremanı yokuş çıkmaktır!.. Haftaya Gökhan özel bir yere gidileceğini söyledi. Yeni bir rota keşfetmiş. Semeler köyünden başlıyor. Rota içinde son bölümde 1 saat kadarlık kanyon tarzı derin bir vadi varmış ve öncesinde birkaç şelale ya da şelalecik. İlginç bir etkinlik olacağa benziyor; kanyonları severim ve umarım kanyonlar da beni severler...


Yazımı bir müzikle sonlandırıyorum: Kathleen Battle; Frühlingsstimmen ya da "Baharın Sesleri!" Evet, Ankara'da baharın seslerini duymaya, kokusunu almaya başladık...


Mehmet Murat ildan

Saturday, February 19, 2011

Aluç Dağı Yürüyüşü


Bugünün tarihi 20 Şubat 2011! Zaman, durdurulamaz bir hızda ilerliyor; Pazar günleri ardı ardına geliyor ve geçip gidiyor! Bu haftaki yürüyüşümü rehberliğini Gökhan Koçak'ın üstlendiği Strabon grubuyla yaptım. Strabon'dan daha önce bahsetmiştim; Amasyalı Yunan coğrafyacısı ve tarihçisi; dünyanın ilk coğrafyacısı olarak bilinir. Aluç Dağı etkinliğinin bir öyküsünü yazmaya başlamadan önce 20 Şubat'ta geçmişte ne olmuşa mutlaka bakmalıyım; bu benim bir alışkanlığım!..


504 yıl önce bugün Gentine Bellini yaşamını yitirmiş. Değerli okuyucu o da kimdir derse, İtalyan bir ressamdı derim. Sanatçı, 1478 yılında Venedik'ten İstanbul'a gelmiş ve Fatih Sultan Mehmet'in bir portresini yapmış. Sultan titiz biriymiş herhalde ki kendi resmini yaptırtmadan önce başkalarının resimlerini yaptırmış ve ikna olduktan sonra Bellini'ye izin vermiş!.. Bu tablo şimdi Londra'da, yaşamaya, var olmaya devam ediyor; Bellini ise çoktan ölüp gitti!.. Bana öyle geliyor ki Bellini'ye sorsak, tablolarını ve eserlerini öldürüp, onları yok edip seni canlandıralım desek hemen kabul ederdi! Eserlerle ölümsüz olmak bence bir hiç, basit ve boş bir hikaye! İnsanın varoluşu onun eserlerinden çok daha ve hatta karşılaştırılamayacak düzeyde önemlidir!.. Varoluş her şeyden önemlidir!..

Bugünkü etkinlik öncesi Cumartesi günü Ankara'da epeyce bir yağmur yağdı. Zaten ne zaman 20-30 lira verip arabayı kaliteli bir şekilde yıkatsam hep yağmur yağar! Murphy Kanunları!.. Etkinlik Çamlıdere tarafında oldu; benim sevdiğim yerde ve şimdi artık oradaki ev fiyatlarını dahi bildiğim yerde. Bu civarlarda çok ilginç yerler var. Mesela Çamlıdere Barajı yakınlarındaki Pelitçik köyü taraflarında 23 milyon yıllık fosilleşmiş bir orman var; dünyada sayısı az olan yerlerden biri; 23 milyon yıl öncesine ait çam, meşe ve ardıç ağaçlarını görmek heyecan verici bir şey olmalı elbette. Oraya mutlaka gitmek gerek; Gökhan, 6 jeosit alanından oluşan bir geziyi baharda yapmayı planlıyor; bence kaçırılmaması gereken bir etkinlik olur bu; tarihin canlı tanığı olmak... Bir zamanlar buralarda Galat halkı yaşamış; o yüzden fosil alanına Galatya Masifi (Kütlesi) diyorlar. Bu fosil ormanından sanırım dünyada sadece 7 tane varmış. Madagaskar adalarına gitmeye gerek yok yani. Ankara'dan sadece 1-1.5 saat ötede Pelitçik'te var!..

Bizim bugün gittiğimiz yer Aluç dağıydı, Pelitçik'in kuzey doğusunda kalıyor. Galiba buranın ismi Harita Genel Komutanlığı'nda ya da belgelerde Aliş dağı olarak geçiyormuş. Aliş-Alıç-Aluç; bu 3 isim de kullanılıyor. Etkinliğin fotoğrafları aşağıdaki linkte mevcuttur.


Çamlıdere volkanik kayalarla örtülü bir yer ve civarlarında sıcak sular var, kısacası jeotermal bir bölgedir orası. Volkanik küller 40 metre derinliğe sahipler!.. Bu küllerin altında nice sürprizler yatar. Böyle değerli bir alanda ne çalışmalar yapılıyor derseniz pek bir şey yapıldığını sanmıyorum. Bölgede çok önemli sıcak su çıkışları mümkün ama ciddi bilimsel araştırmalar ve sondajlar gerekiyor. Bölgenin bir Jeopark'a dönüşmesiyle ilgili projeler var ve Gökhan da bunlardan birinde görev alıyor. Biterse çok güzel bir şey olacak. Jeolojik mirasın korunması açısından açılması öngörülen 23 jeosit (jeo istasyon) oldukça önemli. Jeoturizm de bölgeye para kazandıracak!.. İlk 5 istasyon Atatürk'ün Çamlıdere'ye gelişinin yıl dönümünde açılacakmış; 16 Temmuzda yani. Almanya'da Kızılcahamam belediye başkanı, bir yerde Kızılcahamam bölgesinden gelen taşlar, fosiller görmüş; buradan alıp götürmüşler ve orada parayla satıyorlarmış!..

Yeniden Aluç dağına, bir zamanlar bir volkan olan bu yere döneyim. Evet, Aluç dağı Miyosen devrinde volkanmış. Yani bizim yürüdüğümüz yerlerde bir zamanlar (23 ile 5 milyon yıl öncesinde) lavlar akmış. Aşınma olduğundan dağa bakıldığında bir volkan falan görülmüyor.
Bugünkü etkinliğe 14 kişi katıldı. Sabah 8 gibi yağmurlu Ankara'dan yola çıktık. Rumi'nin yerinde (Mevlana Celaleddin Rumi) çay içip tozlukları taktık. Ankara'dan pek çok grup lokantaya doldu; dışarıda yağmur yoktu; hava trekkinge çok uygundu. Kızılcahamam'dan 10 km gidip Çamlıdere'ye sola döndük. Oradan da 15 km daha gidip Çamlıdere yayla evlerinin olduğu yere, çeşme başına geldik. Kuyruğunu sallayan sevimli bir köpek bizden yiyecek istedi!.. Yayla evlerinin arasından ormana süzüldük. Bir bahçedeki güzel bir gaz yağı feneri dikkatimi çekti; ağaçta asılı halde gece yakılırsa çok hoş bir görüntü oluşurdu. Herkes kar azlığından yakınıyordu ama Gökhan yukarılarda arzunuza kavuşacaksınız dedi.
Ormanlık dağ sisliydi ve pek esrarengiz bir görüntüsü vardı. Her yerde sessizlik hakimdi. Ben yağmur yağar diye Marmot su geçirmez altlığımı getirmiştim ama yürüyüş boyunca sadece hafif kar serpiştirmeleri oldu. Zeynep hanım artçılıktan alınıp ikinci sıraya transfer edildi. Öndekiler (derin kar yoksa) önde yürüdükleri sürece arkadakilerden daha az yorulurlar; bu, değişmez bir yasa gibidir. Etkinlik boyunca Arzu, Gökhan'ın neden hep önde yürümediğine takıldı ve espiriler yaptı. Genellikle önde yürüyenler değişiyordu; herhalde Gökhan herkesin "liderlik ruhunu" tatmasını istiyordu. Dönüşteki yan geçişte zorlu kısımda kendisi öne geçti. Karda iz açma olaylarında ben de her zaman gönüllüydüm. Özellikle diz seviyesini geçen ya da en az 1 metrelik kar derinliklerinde iz açmak müthiş keyiflidir. Bir yere gelirsiniz; fizik tükenir ama psikolojik güç devreye girer ve zorlayarak bir süre daha devam edersiniz; tükenince yerinizi başkasına bırakırsınız.
Etkinlikte bir de Tomografi teknisyeni İlker bey vardı. Gerçekten zor bir meslek; çünkü her gün belirli düzeyde radyasyona maruz kalıyorlar; yıpranma payını öne çekip bu işte çalışanlar oldukça erken emekli edilmelidirler bence. Vicdan, ahlak, akıl ve bilim bunu emreder!.. İnsan yaşamı her şeyden kutsaldır. Ben bu tarz mesleklerde çalışanların 4-5 kat fazla maaş almalarından da yanayım. İlker bey minibüste de epeyce bir tıbbi bilgi verdi; damar olayının sağlığın özü olduğunu söyledi.
Yürüyüş boyunca çok şeyler konuşuldu. Kilimanjaro'ya tırmanmış bir arkadaştan konuştuk; oralar artık pek turistik yerler olmuşlar ve bu pek de hoş değil elbette. Ben Dedegöl festival çıkışını hatırlıyorum; dağ sanki Kızılay meydanına dönmüştü; oysa dağları sessizlikleriyle ve ıssızlıklarıyla ve vahşilikleriyle tanımak gerek!.. Yüz tane adamın olduğu bir dağda olmak ne işe yarar? Sessizlik ve ıssızlık... Dağları, onların gerçek doğaları, gerçek halleri neyse öyle görmeli...
Güzel bir tempoda yürüyorduk; ne yavaş, ne hızlı; orta karar ve kısa molalar hariç sürekli... "Akşam Fener'in derbi maçı var aman geç kalmayalım," diyen arkadaşlar da vardı.
Ben yeni aldığım La Sportiva Val Di Fiemme GTX bottan 2 yürüyüştür çok memnun kaldım; öteki ayakkabıda ayaklarım üşüyordu, biraz su da geçiriyordu; bunda 7 saatlik kar yürüyüşünde hem sıcakca hem de kuruca kaldılar. 4/3 sertlikteki taban da kayalar üstünden geçince baya fayda sağlıyor. Ayakkabıyı sevdiğim için gelince özel olarak yıkadım! Malzemelere iyi bakmak gerekiyor; batonları kurulamak, 3 parçayı söküp içindeki suyu almak lazım; giyilen her şeyi hassas yıkamada halletmek ömürlerini artırır. Malzemeler bize iyi bakıyorlarsa biz de onlara iyi bakmalıyız! Bizi koruyanı biz de korumalıyız; ama tabii bundan daha üstün bir felsefe var o da bizi korumayanı dahi korumak, bize iyi davranmayana bile iyi davranmak; bu ise daha "gelişmiş" bir "üst-insan" olmayı gerektirir!..
Yürüyüşte Dendroloji (Ağaç bilimi) dersi de verildi. Biz genelde hepsine "ağaç" diyoruz tabii! Yayla tarafında sarı ve kara çamlar vardı; yükseldikçe kara çamlar azaldılar. Biz yürüyüşe saat 10 gibi, 1400 rakımlardan başladık ve 1850 metreye kadar çıktık. Alıç dağı parkurunun özelliği ilk 3 saatin hep çıkış olmasıdır; ben yokuşları seviyorum; insanı geliştiriyorlar; zorluyorlar ama geliştiriyorlar. Arzu, sarı ve kara çama ek olarak titrek kavakları da dendroloji hafizasına ekledi. Çamların iğneli yapraklarının uçlarındaki damlacıklar sanki aşağıya düşmemek için bir mücadele veriyorlarmış gibi asılı, gergin halde duruyorlardı.
Önceleri şikayet ettiğimiz az kar, Tepebaşı denen yeri geçtikten sonraki çıkışta zirveye yakın yerlerde 80 cm'yi buldu. Zirveye yaklaşırken sisler arttı; orman büyülü bir hale geldi; rüzgar pek yoktu; sisler içinde Aluç Dağı zirve noktası olan yangın kulesini gördüm; buraya daha önce gelmiştim ve yine sisliydi. Tabii orada Bavyera'daki harika Neuschwanstein kalesini görseydik daha güzel olurdu belki! Neo-romantizmin bu büyülü kalesi gibi olmasa da yangın kulesini de zihnimde esrarengiz bir yer olarak hayal ettim. Burada 25 dakika kadar yemek molası verdik; kuleye tırmandık; Nihal hanım kulenin en tepesine çıktı ve sanırım suluboya resimleri için görsel malzeme aradı!.. Yemek biter bitmez sisler dağıldılar; uzaklarda Eğrekkaya barajı görüldü; Gökhan hepsini teker teker anlattı ama hafızamda pek bir şey kalmadı. Bu yangın kulesini bir deniz feneri şeklinde inşa etselerdi çok güzel olacaktı. Keşke ülkemizde yüzlerce çok güzel inşa edilmiş tarihi deniz fenerleri olsaydı ve bir "Deniz Fenerleri Gezileri" düzenlenebilseydi.
Saat 14.00 gibi inişe geçtik. Güzel bir yan geçiş yaptık. Burası biraz riskli olduğundan Gökhan öne geçti ve derin çukurlara ilk o bastı. Bu bölümde bir arkadaşın batonu fena halde yamuldu; sıcakta yamulan tren raylarına benzedi; herhalde düşerken batonun üzerine düşmüştü; Likya yürüyüşünde benim batonum da bu şekil yamulmuştu. Az önce "bir arkadaş" dedim çünkü isimlerin çoğunu bilmiyorum; herhalde Burak'ın batonuydu. Ezilen bir göknarın kurtarılması tarzında Budist bir davranışı da yine bu bölümde hatırlıyorum.
Zaman zaman müthiş aheste biçimde kar taneleri yere düşüyorlardı; tepelerde uçan zeki kuzgunlar gördük; pek de uzun zaman önce olmayan tazemsi tilki izlerine rastladık. Donmuş çeşmeleri, devasa karınca yuvalarını ve batonlarımızın paletlerinden ortaya çıkan Donut türü ortası delik kar şekillerini gerimizde bıraktık. Birkaç yerden çöpler toplandı; kamu hizmeti yapıldı. Etkinlik, Akpet tesislerinin lokantasında devam etti; et ve pilav yiyenler epeyce oldu ve bir etkinlik de böylece bitti. Doyurucu, güzel bir etkinlikti. 15 km'den fazla yürüdük sanırım. Doğa her zaman insanı dinlendirir; yorsa bile dinlendirir!.. 85 yaşında olmasına rağmen Likya Yolu yürüyüşüne katılan ve kaya mezarların olduğu yerdeki ipli yerden tek başına geçen bir kadını anlatmıştı Gökhan. Uzun doğa yürüyüşlerini tıpkı bu kadın gibi ya da sevgili Mahatma Gandi gibi yaşamımızın ayrılmaz bir parçası haline getirmemiz gerekir!.. Strabon ekibine teşekkür ederek yazımı Ferhat Göçer'den iki müzikle sonlandırıyorum; Cennet:


Ve bir tane daha; Götür Beni Gittiğin Yere:



Mehmet Murat ildan

Friday, February 11, 2011

Çamlıdere - Yanık Geçişi


Bugün 2011 yılının 13 Şubat Pazar günü; bu yılın bitmesine 321 gün kaldı. Önemli siyasi olayların yaşandığı "Hüsnü Mübarek" bir aydayız!.. Bugünkü yürüyüşün öyküsünü yazmadan önce geçmişte ne olmuşa şöyle bir göz attım; çok şey olmuş ama benim dikkatimi Galileo Galilei çekti; 13 Şubat 1633 yılında Galileo, Engizisyon Mahkemesi'nde yargılanmak üzere Roma'ya gelmiş. Bunu görür görmez Dava Sobel'in "Galileo'nun Kızı" isimli güzel kitabı ve o kitaptaki harika mektuplar aklıma geldi. Maria Celeste, bir manastırdan babası Galileo'ya zarif mektuplar yazar ve bunlar enfes mektuplardır. Fırsat bulursam yine okumak isterim. İnsan çok fazla kitap okumamalı; bu kesinlikle gereksiz; yalnızca insanı yükseklere taşıyan çok özel kitapları belirli aralıklarla yeniden okumalıdır. Hayat kısa; her şeyi okuyamayız; az ve öz okumak zorundayız...

Bugünkü etkinliğin fotoğrafları aşağıdaki linkte mevcuttur:




Bu hafta bizim Ankara Dağcılık ADKK, Yeşil-Mavi grubu, DASK grubu ve Ankara Trekking gibi değişik alternatifler arasında yürüyüşümü daha önce hiç bilmediğim ve Gülsen hanım aracılığıyla öğrendiğim bir grupla yaptım: Yeni Rota grubu. Ya da diğer bir isimle Da_Ha. "Doğaya Aşık olan Herkese Açık" sloganının baş harflerinden türetilmiş bir kısaltmadır bu. Dağcılık, kampçılık ve günübirlik yürüyüşler yapıyorlar; doğayı seviyorlar ve doğada heyecan duyuyorlar. Bu grup için "Uzun yürüyüşçüler" veyahut "Yüksek tempo yürüyüşçüleri" diyebilirim. Grupta en az 18 km doğaçlama olarak yürünmektedir. Tabii bunu inişli, çıkışlı, vadi geçişli bir mesafe olarak düşünmek gerek. Süphan, Emler, Aladağlar, Erciyes gibi yerlere de gidiyorlar. Rehberliği Ergün Erdem bey yapıyor; bu gezide eşi Kezban hanım da ona eşlik etti.

Bu haftaki yürüyüş Çamlıdere Yaylası - Yanık Köyü geçişiydi. Çamlıdere yaylası ve oradaki evler benim sevdiğim bir yer ve zaman zaman acaba oradan şömineli bir ev alıp hafta sonu oralarda mı kalsam ve ormanda tırsıtıcı gece yürüyüşlerine mi çıksam dediğim bir yer. Ankara'dan 100 km kadar uzaktadır Çamlıdere. Kızılcahamam'ı geçtikten sonra Çamlıdere yol ayrımı vardır; şu meşhur Şeyh Ali Semerkandi levhasının olduğu yer!..
Çamlıdere yaylasından Yanık köyüne değişik rotalardan gidilebilir: Tam kuzeydeki Bardakçılar'a çıkılıp oradan hafif kuzeydoğu yönündeki Yanık'a ulaşılabilir. Ya da önce doğuya gidip oradan yine kuzeydoğuya geçilebilir. Çamlıdere yaylasından güneye inerseniz 1850 metrelik meşhur Aluç dağını görürsünüz. Aluç dağından tam doğuya giderseniz Kızılcahamam oradadır, ama epeyce bir uzaktadır elbette!..


Bugünkü etkinliğe 10 kişi katıldı. Da-ha grubu, Ankara'dan en erken yola çıkan gruplardan biriydi; ben 7.15'de durağımdan minibüse bindim; ki o durakta genellikle 7.50'de minibüse biniyordum. Saat alarmımı her zamanki 6.01'den 5.45'e ayarlamıştım. Pazar sabahı 7'de Ankaralı henüz uyuyordu; yollarda sadece aç kediler ve sabahın kirli havasında sabah sporu yaparak sağlık kazanacağını sananlar dolaşıyorlardı. Ankara'dan yola çıktık; ilk durağımız Kazan'daki odun ekmeği yapan fırındı: Ekmekciyan. Ben hariç herkes taş ekmeklerden birer ikişer aldı. İkinci durağımız Kızılcahamam'ı ve Kızılcaören köyünü geçtikten sonra vardığımız Yanık köyüydü; bu köyün yanında Huzur Lokantası ya da Sarının yeri vardır. Sahibi biraz sarı saçlı olduğundan ona öyle diyorlar. Koltukları derili bir lokanta; sıcak bir yer; galiba Mevlana'dan daha iyi bir yer, yine de böyle yerlerde yemek yememeye karar verdim!..
Ben hariç herkes pek çok kahvaltılığı masaya koydular, ben sabah kahvaltı yapmıştım; çaylar geldi. Bir tabak zeytin yiyenden, acılı ezme yiyene kadar çok çeşitli şeyler yendi. Ben de Ergün beyin verdiği "galiba ev yapımı" gözlemeden ve Lale hanımın ikram ettiği otlu peynirle kekten yedim; diabetik turunç reçeli bile vardı masada. Ergün bey Sarı'yı çocukluğundan beri tanıdığı için böyle dışarıdan getirilen yemeklere bir itiraz olmadı. Bolu Köroğlu yürüyüşünden tanıdığım ve sonra bizim ADKK'ya da gelmiş olan Ünal da ekipteydi. Ünal, genellikle gruptan kopup alternatif yürüyüşler yapardı o zamanlar!..
Kahvaltı sonrası Yanık'tan, orası yanmadan ayrıldık; 15-16 km bizi kesmez konuşmaları yapıldı ve de kardan yararlanmak için Çamlıdere bitimi levhasında durup saat 10 gibi yürüyüşe başladık. Buradan Çamlıdere yaylasına 1.5 saat kadar yürüdük; yani yürüyüşe başlayacağımız noktaya yürüyerek gittik. Aynı ekipte yıllardır yürüyenler artık bir çeşit aile olmuşlar; da_ha grubuna 5 yıldır ya da daha uzun süredir gelenler vardı. Genellikle bütün doğa gruplarının bir çekirdek kadrosu oluyordu; insanlar yürüyüş dışında da görüşüyorlardı.
Hava güneşliydi; etkinliğin yüzde 90'ını tek kat içlikle yaptım. İlk başta Reha bey yüksek tempoda önde gitti. Önceden de yazdığım gibi bu grup oldukça hızlı ve durmadan yürüyordu. 18-20 kilometrelik dik çıkışları ve inişleri olan parkur saat 16 civarı tamamlandı; pek yorulan olmadı gibi, ya da ciddi yorulan olmadı, gerçi arabada uyuyan birkaç kişi de gözlerden ve objektiflerden kaçmadı!.. Başka gruplardan gelenlerin büyük çoğunluğu ilk aşamalarda bu tempoya kolay ayak uyduramazlar diye düşünüyorum; çünkü koşuşturmaca (ya da Jogging) tarzı ve çok az molalı sıkı bir tempo. Yemek molası da 10-12 dakika sürdü. Grubun yürüyüşleri 15 günde bir yapılıyor; bu tempoda her hafta yapmak hiç kolay değil. 15 günde bir olması oldukça mantıklı ve doğru bir seçim.
Ergün bey öne geçtiğinde kısa sürede önde ağaçların arasında kayboluyordu; sonra arka grup izi kaybedince bağırılıyor ve derinlerden bir ses geliyordu. Etkinlik boyunca pek çok konu konuşuldu. Ergün beyin üzerindeki elbiselerin hepsi kendi yapımı; tozluk da yapıp Ahmet beye bir tane takdim etmiş; fosforlu güzel bir tozluk bu; askeri kumaştan dikilmiş sanırım; fakat su geçirmezliği garanti kapsamında değil!.. Herhalde "kendine yeterlik" prensibi uygulanıyor burada; Ergün bey kendi arabasını da kendisi boyayacakmış; bunun planlarını yapıyordu. Bu iş için ya bir kapalı yer kiralayacak ya da grupta bahçesi olan arkadaş ona bir yer yapacak. Satılık Toyota arabadan, Erciyes tırmanışına, yazın yapacakları Kaçkarlar etkinliğine kadar çok değişik konular konuşuldu.
Güneş pırıl pırıl, hava masmaviydi; ciğerler bayram ediyordu. Tel örgülere gelince artık Çamlıdere yayla evlerine vardığımızı anladık ve 1.5 saatlik "hızlı ön yürüyüşten" sonra asıl yürüyüş başlangıç noktasına varıp yukarı tırmanışa geçtik. Çamlıdere yaylası her zaman olduğu gibi huzur vericiydi; taş evler harikaydı; bu evlerde şöminede odun yakıp gece de sonsuz sayıdaki yıldızları kırmızı bir şarap eşliğinde seyretmek pek güzel, pek büyüleyici olurdu; buralardan bir komşu edinmek gerek herhalde!.. Etkinlikte sigara içen yoktu ve güzel bir davranıştı bu.
Her zamanki gibi jogging tarzında hızlı tempoda Cibilli dedenin mezarına geldik. Meşhur bir söz vardır: Quando Romae sum, jejuno Sabbato! Yani "Roma'da Romalılar gibi davranın!" Ben de vitesi büyüttüm ve jogging moduna geçtim. Cibilli dede mezarına daha önce ADKK ile gelmiştim. Bu dedenin lakabı şöyle: Geyiklere tuz yediren Cibilli dede! Geyiklere tuz yalatan, onlara su ve yiyecek veren bir alevi dedesi olduğunu duymuştum ama pek de bir bilgim yok. Cibilli dede mezarından Kös Yaylaya bir yol gider. Biz oraya gitmeden devam ettik. İlerde yine bir yol ayrımı var. Sağa giden yol Soğuksu tarafına gider; biz sola saptık. Ondan önce Aluç dağı'nı karşıdan izlemek için bir zirveye geldik. Aluç'da epeyce bir kar var görünüyordu. Burada 10-12 dakika kısa bir yemek molası verdik ve hızlı bir inişe geçtik. Ergün bey bazen önde bazen de geride kayboluyordu, doğa fotoğrafları çekiyordu!.. Domuz alanına geldik. Sıradaki hedef Kızılcaören yaylasıydı. Bir yol ayrımına daha geldik. Orası Kızılcaören'e gidiyordu; biz yaylaya yöneldik. Uzaklardan zaman zaman Işık dağını seçebiliyorduk. Bir hafta sonra dolunay da olacak sanırım; şimdiden dolmaya başlamıştı!.. Çiğdemlerin yanlarından geçip Kızılcaören yapay gölüne ulaştık.
Burada ağır taşlar fırlatılıp buzun kalınlığı iyice ölçüldükten sonra göl üzerinde toplu fotoğraf çekildi ve bir süre gölde yürüdük; ancak Ezgi çatırdama sesi duyduğunu söyledi ve gölden çıktık. Bıçakla buzun altını bulmaya çalıştıysak da bir sonuç vermedi; ancak göl bazı yerlerde beton gibi olsa da her yerde kesinlikle sağlam değildi; ben de yürürken bir ara çatırdama sesi duydum ve en kısa yoldan karaya çıktım!.. Güneşe rağmen o buzdan suya düşmek hiç de hoş olmazdı!.. Ergün beyin büyük zoom'lu bir makinesi var ve sanırım iyi fotoğraflar ondadır.
Göleti, dikenleri, gölgeleri, tarla farelerini, göklerde süzülen akbabaları, likenli taşları, pörsümüş kuşburunlarını, domuz alanını, gördüklerimizi ve görmediklerimizi, o bölgenin makro ve mikro yaşamını geride bırakıp koşturmaya, dikenli çalıları, solgun meşeleri, küçük sık ağaççıkları kollarımızla yarıp geçmeye devam ettik. Haritadan hatırladığım kadarıyla göletten sonra kuzeydoğuya gidecektik; bir ara pusulamı cebimden çıkarıp bu meret bir işe yarıyor mu dedim. Ergün beyin kuzey doğu istikametinde gittiğini gördüm. Saat 15.15 gibi Yanık köyünü uzaklardan gördük. Çok pis taşlı patika bir yoldan köye ulaştık; manzara güzeldi ama yol sürekli göz teması isteyen bir yoldu!..
Benim öteki ayakkabım artık su alıp ayaklarımı üşüttüğünden dolayı dün La Sportiva 4X3 tabanlı ayakkabı aldım. 1.5 yılda yeni ayakkabı mı alınır derken Ergün beyin her sene aldığını öğrendim. Ayakkabıyı 45 numara aldım, biraz büyük ama en azından ayak şişerse sorun yaratmıyor. Ötekini yaz gelince kuru havalarda kullanacağım. Yamuk batonumu değiştirmedikleri için "Bir daha asla Kaftanoğlundan bir şey almam" demiştim ama Asolo Sasslong bulamayınca ve La Sportiva'nın bu modeli de Asolo Sasslong'a epeyce benzediğinden onu oradan aldım. İnsan büyük konuşmamalı derler ama bence hiç sorun değil; insan büyük konuşabilir ve sonra da "asla yapmam" dediği şeyi yapabilir! Zaman geldiğinde esneklik gösterebilir; katı olmak her zaman doğru olmayabilir. Meşhur, "Eğilen bambu, esnemeyen meşeden daha güçlüdür," sözü de bunu işaret eder herhalde!.. Her şey değişir diyordu Dalai Lama.
Etkinlik sonunda hamam faaliyeti vardı; ama birkaç kişi istemeyince vazgeçildi. Ben çekimser kaldım; malzemeleri getirmiştim ama 1 saat bu işler için pek uygun değildi; en az 2-3 saatlik bir süre olursa sıcak su etkinlikleri iyi olabilir, yoksa biraz işkence tarzı olur. Tabii sulardan göz enfeksiyonu da kapmamak şartıyla kaplıcalar hoştur!.. Gül kokulu Hacı-Şakir sabunu bile getiren Ünal bu işten epeyce hayal kırıklığına uğradı ama gelecek için rehberden bir hamam sözü de aldı.
Sıkı bir yürüyüş oldu; yüksek temponun bir dezavantajı doğayı algılama olayı biraz daha düşer; sürekli hareket halindeyken doğanın dinginliği yeterli algılanamayabilir; ama tabii grubun genetiği ve formatı ya da DNA'sı böyle sanırım; yüksek tempo hızı seven ve başından sonuna dek böyle yürüyenlerden oluşan bir grup bu; bu tempoya alışan da artık bir daha orta hızda yürümekte zorlanır. Her şey bir alışkanlık meselesi; bir şeyi tekrarladıkça vücut ona alışır ve zorluklar bir rutine döner. Şunu da bilmeliyiz ki insanı ancak zorluklar geliştirir!.. Güzel rota ve ikramlar için Ergün beye ve öteki arkadaşlara teşekkür ederek yazımı sonlandırayım.

Yazımı her daim olduğu şekliyle, yani bir müzikle bitiriyorum; Elvis'i epeydir vermiyordum: Good luck Charm.



Mehmet Murat ildan

Friday, February 4, 2011

Dutözü Yürüyüşü


Bugün, 21. yüzyılın 11. yılının 6 Şubat Pazar günü; güneşli, açık bir gün. Dutözü Yürüyüşü'nün öyküsünü birazdan anlatacağım.
Her zamanki alışkanlığımla tarihte bugün neler olmuşa bir baktım. Benim çok sevdiğim yazarlardan biri olan ve aynı zamanda meslektaşım olan oyun yazarı Carlo Goldoni'nin ölüm yıldönümü bugün. Shakespeare dışında epeydir tiyatro okumuyorum; fakat 2000'li yılların başlarında tiyatro klasiklerini sıklıkla okumuştum ve o yoğunlukta üstattan 4 tane güzel oyun hatırlıyorum. 6 Şubat 1793'te yaşama veda eden Goldoni'den çok şeyler öğrendim; öğrendim derken okuduktan sonra içselleştirdiğim, yani doğal olarak, herhangi bir çaba göstermeden öğrendiğim şeyleri kastediyorum. "Dünya güzel bir kitaptır, fakat okumasını bilmeyene pek fayda sağlamaz" der, değerli üstat. Bir de şunu der ki, "Kendi ülkesini hiç terketmemiş olan, önyargılarla doludur!.." Çok sevimli bir üslubu olan Goldoni'yi anarak ve bu yaz ondan bir oyun okuma sözünü kendime vererek gezi yazıma başlayayım.


Bugünkü etkinliğin fotoğrafları aşağıdaki linkte mevcuttur:


Bu hafta sonu, Ankara'daki "trekking-Hiking" gruplarından bazılarını tanıma arzum bağlamında Yeşil-Mavi Doğa Sporları grubuyla Kazan bölgesindeki Dutözü Yürüyüşü'ne katıldım. Rehberliği bugünlük Ali Tekgül yaptı; bu etkinlikte öncüydü; artçılığı ise Suat Yücel yaptı; grubun ana rehberi Ekrem İpekçi bey ise sanırım Erciyes dağına gitmiş. Bu grubu da yine bir arkadaş tavsiyesiyle buldum; ressamlıkla uğraşan Nihal hanım bana önermişti. Yeşil Mavi Kulüp ayrıca Kamping, Dalış, Sörf, Kayak gibi alanlarda da etkinlikler düzenliyor.


Meraklı arkadaşlar bilirler, 1402 yılında meşhur Ankara Savaşı olmuştu; Yıldırım Bayezid ile Timur karşılaşmışlardı. Osmanlı bu savaşta yenilip buradan giderken arkasında devasa kazanlar bırakmıştır. Savaş boyunca Kazan ilçesi bir tür lokantaydı kısacası ya da bir aşeviydi! Halen Kazan'ın etleri meşhurdur.

Bizim gittiğimiz yer Dutözü Köyü bölgesiydi. Kazan'ı geçtikten sonra Kurtboğazı'na gelir gelmez sola bir yol ayrılır. Kazan'dan 12 kilometredir bu köy. 1050 rakımlı bir yerdir. İsminden de anlaşılacağı üzere köyde pek çok dut ağacı vardır. Etrafı meşe ormanlarıyla kaplı bu köyü 2 çobanın kurduğu söylenir; şimdilerde ise köyde sadece 2 hane kaldığı rivayet edilir; biz de köyde zaten pek fazla insan göremedik!.. Kurtboğazı barajında çalışıp emekli olanlar bu köye yerleşmişlerdir. Bu da ilginçtir; insanlar genellikle belirli bir mekana bağlı kalırlar; çok uçuk şeyler yapıp bir anda çok farklı yerlerde yaşamazlar; genellikle yaşamlarını, tanıyıp görüp bildikleri, köklerini oraya gömülü hissettikleri bir bölgede sürdürürler. Korku filmlerinde olur ya; insanlar ölür, ruhları belirli bir mekandan ayrılmazlar, oralarda dolaşırlar; yürürken bunları hatırladım!..

Bugün saat 8.30 civarı Ankara'dan yola çıktık. İlk durağımız Kazan'daki Yusuf'um Pastanesi'ydi. Burada çaylar şirkettendir ikramıyla çay içtik. Akşamki Trabzon maçı için şimdiden hazırlıklar yapılıyordu. Grupta yeni olduğumuzdan yeni arkadaşlarla tanıştık. Eryaman Yunus Emre mahallesi muhtar adayımız Hacer hanım, eşi Vedat bey, Konyalı Ramazan bey, Artvinli boksör Bülent bey, Mehmet bey ve diğer arkadaşlar... 9.40 gibi oradan ayrıldık.

Kurtboğazı barajına henüz gitmeden "Kent Ormanı ve Mesirelik piknik alanı" yazılı bir yerde durarak yürüyüşe başladık. Güvenlik görevlisi ilerideki büyük villa ev civarında serbest bir pittbull olabileceğini ve dikkat edilmesi gerektiğini söyledi. Bu bölge bir "Dikme ormandı," ya da "Yapay ormandı." Tıpkı ODTÜ ormanı gibi böyle "dikme ormanların" kendilerine has bir yapıları olur. Ormanın hemen bitişiğine çirkin beton villalar yapıyorlardı. İnsanoğlu bu bağlamda kötü ve egoist bir varlıktı; kendi zevki için doğayı tahrip etmekten kaçınma onuruna pek sahip değildi. Ben, acaba yürüyüş "yavaş" ve "lay lay lom" şeklinde mi olacak derken oldukça hızlı bir başlangıç yaptık. Jale-Şule ve ben "Önde giden en az yorulur" yasasına uygun olarak Ali beyi yakından takip ettik.

Öncü ve artçı arasında güzel bir haberleşme sistemi oluşturmuşlar; yüksek seste kuş taklidi yapıyorlardı ki bence oldukça başarılı bir taklitti. Karlar henüz parçalı bir şekilde sağa sola dağılmışlardı; ilk çiğdemleri görünce heyecanlandık; sonra yüzlercesi geldi, heyecan tükendi. Sanırım 900 rakımlı bir yerden yürüyüşe başladık ve 1200'lerin üzerindeki yerel zirveye doğru yol aldık. Hava mükemmeldi; güneş yanakları ısıtıyordu; tek kat içlikle yürüyebiliyorduk. Yol boyunca bahsi geçen, ama TV seyretmediğim için benim hiç duymadığım, "Tam teçhizatlı kameraman Cevat Kelle" gibi değildik, sade giyimliydik!.. Solgun meşe ağaçlarının ölgün yapraklarına bakarak ilerledik ve bir açıklığa geldik. Yeniden bir heyecan oldu; kocaman kanatlarıyla bir atmaca sağda solda uçtu; tarla fareleri için ölüm vakti demekti bu!.. Doğada şaka yoktu; her zaman pürdikkat olmak gerekti; yoksa yok oluş kaçınılmazdı. Tarla fareleri doğada koşup eğlenirlerdi elbette; ama o eğlencelerinin üzerinde bile her zaman Demokles'in Pençesi, Ölümün Gölgesi dururdu.

Açıklık alan esiyordu; rüzgar, şehirlinin dostuydu ama dağcının, yürüyüşçünün dostu değildi; ormana daldık. Dalların koruyucu şemsiyesi altında rüzgarsızlığın keyfini yaşadık. Kristalize kar tanelerinin güneşteki yansımalarıyla büyülendik; geçen haftaki yürüyüşte Nihal hanımın bir ağacı öperkenki fotoğrafını anımsıyorum; insan zaman zaman doğaya böyle sevgi duyar, çünkü doğa gerçekten huzur vericidir; doğaya her çıkış bir meditasyondur, zihnin durup, düşüncenin bittiği, insanın kendisini sonsuzlukta unuttuğu, zihnini dinlendirdiği, zekasını keskinleştirdiği özel bir yerdir; mekanların mekanıdır doğa!..

Hızlı tempoda hiçbir azalma olmadı. Rehber Ali bey sıkı bir yürüyüşçüydü; baton kullanmıyordu. Bu arada ben de geçtiğimiz haftalarda batonumu kaybetmiştim; bugün yeni aldığım Komperdell batonu kullandım; fakat yine de acaba Leki daha mı iyi diye halen kendime sorarım! Komperdell Avusturya markası ve köklü bir firma; Avusturyalılar da hiking olayını pek severler ve bu işte uzmandırlar mantığıyla aldım!.. Bugün ayrıca ayakkabımın maalesef artık su geçirdiğinin farkına vardım, çünkü ayaklarım ıslandı; onu yazın kullanacağım!.. İyi bir ayakkabıyı araştıracağım; belki Adrenalin'den Asolo...


Zirveye doğru yükselirken bir çobana rastladık. 2 dişi 1 erkek olmak üzere 3 tane çoban köpeğiyle dolaşıyordu. Burada köpeklere bir müddet ilgi gösterildi; köpekler iribaşlı ve çok diriydiler. Hayat aktı; çoban ve köpekleri geride kaldı; pastoral yaşamın bu ilginç anları bizden hızla uzaklaştı. Zirveye vardığımızda Artvin Hopalı Bülent bey halihazırda oradaydı; alternatif yollardan yürüyerek antreman yapıyordu; Karadeniz insanının tırnak içindeki "Çılgınlığını" ve "Enerjikliğini" doğal olarak taşıyordu.

Zaman çabucak aktı; yemek vakti geldi; ben mercimekli böreğimi ve patatesimi yedim. Bir ateş yakıldı; kuru otlar alevlere ve dumanlara dönüşüverdiler ve dumanlara sucukların yağlarının dumanları da eklendi. Çam dallarının uçlarına geçirilen sucuklar pişirilip yendi; sanırım Jale-Şule ve benim dışımda herkes yedi; aslında dağda sucuk yemek beslenme açısından da doğru ve güzel olabilir; baharatlar insanı ısıtırlar. Hacer hanım mini somon ekmeği güzel bulduğu için uzun bir süre onu yememeye çabaladı ama sonunda açlık galip geldi. Nihal hanım kalpaklı bir fotoğraf istedi ve fotoğraflar çekildi; kardeşi Özlem'in de Kızılderililerin yanan çubuklarıyla keyif içimi benzeri dumanı tüten bir çubukla bir enstantanesi yakalandı.
Sıvı alımı çoğalınca çiçek toplandı; toprak tuzlu suyla sulandı!.. Benim Salewa oturma minderim kar üstünden su çekti! Altımda bir serinlik hissettim ama "Koskoca Salewa şirketi dandik bir oturma minderi yapmayacak kadar ahlaklıdır," dedim içimden ama "ahlak ne gezer bu paracı kapitalistlerde!" ihtimalini de düşünmedim değil!.. Yine de şirketin günahını almayayım; belki de bu sahte olanlardandı; çünkü Salewa yağmurluğum var gayet güzel!.. Bizim Erol hoca da Salewa ayakkabılarını pek överdi... Eğer Tchibo'da oturma minderi bulursam alacağım!..

Yemek bitince inişe geçtik; Mehmet bey memnundu, çünkü önceki çıkışta çok terlemişti; ama yeniden çıkış olacağı haberini duyunca "Kötü haber verdiniz!" dedi. Grupta kimse sigara içmedi ve bunu takdir ettim. Her yer toz-kardı; yokuşlar inişlerden daha kolaydı bence; dizleri rahatlıyorlardı ve kayma riski daha azalıyordu; en iyisi hep yokuş çıkıp sonra da yamaç paraşütüyle aşağılara inmekti. Pırıl pırıl suları olan tatlı derelerden geçtik; insan neredeyse suya eğilip öpmek istiyordu. Ali bey Likya Yolu yürüyüşlerinden bahsetti; 3 günde 70 kilometre yürümüşler ki iyi bir mesafedir bu. Dönüşte dalgıçlık işlerinden da bahsetti; 1 yıldız almak için kaç metreye dalmak gerektiğini anlattı; zaten 42 metreden aşağıya dalmak oldukça riskliymiş. Herhalde tek yıldızda kalıp 12 metre civarında dolaşmak daha güzel; gerçi evdeki küvet de küçük dalışlar için fena değil!.

Yolumuzun üzerinde bir avcıya rastladık; çantasında ölü bir tavşan vardı; tavşan ölüydü çünkü insanoğlu kadar zeki ve donanımlı değildi; bir kurşunla yaşamını yitirmişti. Güçlü olan zayıfı avlıyor ve yiyordu; ve biz de buna Tanrısal Düzen diyorduk; bence bu tam bir saçmalık; ben burada, yani herkesin herkesi yediği korkunç ötesi bir düzende maalesef Şeytanı görüyorum Tanrı'yı değil; üzgünüm ama gerçek böyle!.. İnsan, Tanrı'ya ait olmayan bir gaddarlık ve düzensizlik durumuna, bu büyük kaosa yanlış bir isim vermiş; Tanrı'nın adı kirletilmiş! Tanrı, bir düzen kursaydı böyle bir şey olamazdı. Tatlı sevimli bir tavşan, evrensel ultra-zeki bir gücün düzeninde bir avcının kalleş bir kurşununu taşıyamazdı; zeki bir güç böyle yamyamlık düzeni kuramazdı; Tanrı'yı insanın hakaretlerinden ve iftiralarından korumak gerek. Evren, bir kaos bölgesidir ve Tanrı bu kaos bölgesinin dışında bir yerde ve onu orada, evrenin dışında aramak gerek; bilimin bakacağı yer bu evren değil, onun ötesidir!.. Bu görüş, benim kişisel inancımdır ve ayrıca uzun yıllar konu üzerinde düşünüp vardığım bir sonuçtur.

İyiniyetli ve samimi avcıya hal hatırını sorduktan sonra hoşça kal dedik ve yolumuza devam ettik. Kayalık bir bölgede, dereden gelen rahatlatıcı seslerin eşliğinde Yeşil-Mavi Doğa bayrağı fotoğraflarıyla o anları dijitalleştirdik; donmuş bir şelalenin önünde yine deklanşörlere bastık. Kağıt kadar incelmiş buz tabakaları, derenin üzerinde örümcek ağları misali adeta havada duruyorlardı. Hacer hanımın eşi Vedat beyin güzel bir makinesi var; pek çok şeyi fotoğrafladı. Mağaramsı bir yerin yanından süzülerek Dutözü köyüne doğru yol aldık. Dik bir yamaçtan yan geçiş yaparken Hacer hanım naylon torbayla hiç üşenmeden 30 metre kadar aşağıya kaydı; tabii yürüyen merdiven olmadığı için bunun bir de çıkışı oldu! Bu civardaki dik yamaçta aşağı kaymaları önlemek için Ali bey köprü kurdu; bazıları batonlarla bazıları da klasik "sürünme" yöntemiyle tırmanışı tamamladı!.. Ve nihayet uzaklardan Dutözü köyü göründü!..
Etkinliğe 14 kişi katıldı; Volkswagen marka hızlı bir araçla konforlu ve sıcak bir ulaşım oldu. Yaklaşık 12 kilometre yürüdük; bunun inişi çıkışı oldu; keyifli bir yürüyüştü; yeni arkadaşlar tanıdık; farklı sitiller gördük; doğanın sihirli dünyasında bedenimizi, zihnimizi yeniledik; Yeşil Mavi Doğa grubundan memnun ayrıldık. Son bölümde Jale-Şule'nin dağıttığı taze tuzlu fıstıklarla yeniden fiziki enerjiye kavuştuk.

Yazımı bir opera ve bir Türkçe parçayla bitiriyorum; önce Cielito Lindo, benim bütün zamanların favori operalarımdan:



Ve bir de bir Türkçe parça Düştüysek Kalkarız, Yonca Lodi; arabada giderken sık sık radyomda çıkar.



Mehmet Murat ildan