Saturday, February 19, 2011

Aluç Dağı Yürüyüşü


Bugünün tarihi 20 Şubat 2011! Zaman, durdurulamaz bir hızda ilerliyor; Pazar günleri ardı ardına geliyor ve geçip gidiyor! Bu haftaki yürüyüşümü rehberliğini Gökhan Koçak'ın üstlendiği Strabon grubuyla yaptım. Strabon'dan daha önce bahsetmiştim; Amasyalı Yunan coğrafyacısı ve tarihçisi; dünyanın ilk coğrafyacısı olarak bilinir. Aluç Dağı etkinliğinin bir öyküsünü yazmaya başlamadan önce 20 Şubat'ta geçmişte ne olmuşa mutlaka bakmalıyım; bu benim bir alışkanlığım!..


504 yıl önce bugün Gentine Bellini yaşamını yitirmiş. Değerli okuyucu o da kimdir derse, İtalyan bir ressamdı derim. Sanatçı, 1478 yılında Venedik'ten İstanbul'a gelmiş ve Fatih Sultan Mehmet'in bir portresini yapmış. Sultan titiz biriymiş herhalde ki kendi resmini yaptırtmadan önce başkalarının resimlerini yaptırmış ve ikna olduktan sonra Bellini'ye izin vermiş!.. Bu tablo şimdi Londra'da, yaşamaya, var olmaya devam ediyor; Bellini ise çoktan ölüp gitti!.. Bana öyle geliyor ki Bellini'ye sorsak, tablolarını ve eserlerini öldürüp, onları yok edip seni canlandıralım desek hemen kabul ederdi! Eserlerle ölümsüz olmak bence bir hiç, basit ve boş bir hikaye! İnsanın varoluşu onun eserlerinden çok daha ve hatta karşılaştırılamayacak düzeyde önemlidir!.. Varoluş her şeyden önemlidir!..

Bugünkü etkinlik öncesi Cumartesi günü Ankara'da epeyce bir yağmur yağdı. Zaten ne zaman 20-30 lira verip arabayı kaliteli bir şekilde yıkatsam hep yağmur yağar! Murphy Kanunları!.. Etkinlik Çamlıdere tarafında oldu; benim sevdiğim yerde ve şimdi artık oradaki ev fiyatlarını dahi bildiğim yerde. Bu civarlarda çok ilginç yerler var. Mesela Çamlıdere Barajı yakınlarındaki Pelitçik köyü taraflarında 23 milyon yıllık fosilleşmiş bir orman var; dünyada sayısı az olan yerlerden biri; 23 milyon yıl öncesine ait çam, meşe ve ardıç ağaçlarını görmek heyecan verici bir şey olmalı elbette. Oraya mutlaka gitmek gerek; Gökhan, 6 jeosit alanından oluşan bir geziyi baharda yapmayı planlıyor; bence kaçırılmaması gereken bir etkinlik olur bu; tarihin canlı tanığı olmak... Bir zamanlar buralarda Galat halkı yaşamış; o yüzden fosil alanına Galatya Masifi (Kütlesi) diyorlar. Bu fosil ormanından sanırım dünyada sadece 7 tane varmış. Madagaskar adalarına gitmeye gerek yok yani. Ankara'dan sadece 1-1.5 saat ötede Pelitçik'te var!..

Bizim bugün gittiğimiz yer Aluç dağıydı, Pelitçik'in kuzey doğusunda kalıyor. Galiba buranın ismi Harita Genel Komutanlığı'nda ya da belgelerde Aliş dağı olarak geçiyormuş. Aliş-Alıç-Aluç; bu 3 isim de kullanılıyor. Etkinliğin fotoğrafları aşağıdaki linkte mevcuttur.


Çamlıdere volkanik kayalarla örtülü bir yer ve civarlarında sıcak sular var, kısacası jeotermal bir bölgedir orası. Volkanik küller 40 metre derinliğe sahipler!.. Bu küllerin altında nice sürprizler yatar. Böyle değerli bir alanda ne çalışmalar yapılıyor derseniz pek bir şey yapıldığını sanmıyorum. Bölgede çok önemli sıcak su çıkışları mümkün ama ciddi bilimsel araştırmalar ve sondajlar gerekiyor. Bölgenin bir Jeopark'a dönüşmesiyle ilgili projeler var ve Gökhan da bunlardan birinde görev alıyor. Biterse çok güzel bir şey olacak. Jeolojik mirasın korunması açısından açılması öngörülen 23 jeosit (jeo istasyon) oldukça önemli. Jeoturizm de bölgeye para kazandıracak!.. İlk 5 istasyon Atatürk'ün Çamlıdere'ye gelişinin yıl dönümünde açılacakmış; 16 Temmuzda yani. Almanya'da Kızılcahamam belediye başkanı, bir yerde Kızılcahamam bölgesinden gelen taşlar, fosiller görmüş; buradan alıp götürmüşler ve orada parayla satıyorlarmış!..

Yeniden Aluç dağına, bir zamanlar bir volkan olan bu yere döneyim. Evet, Aluç dağı Miyosen devrinde volkanmış. Yani bizim yürüdüğümüz yerlerde bir zamanlar (23 ile 5 milyon yıl öncesinde) lavlar akmış. Aşınma olduğundan dağa bakıldığında bir volkan falan görülmüyor.
Bugünkü etkinliğe 14 kişi katıldı. Sabah 8 gibi yağmurlu Ankara'dan yola çıktık. Rumi'nin yerinde (Mevlana Celaleddin Rumi) çay içip tozlukları taktık. Ankara'dan pek çok grup lokantaya doldu; dışarıda yağmur yoktu; hava trekkinge çok uygundu. Kızılcahamam'dan 10 km gidip Çamlıdere'ye sola döndük. Oradan da 15 km daha gidip Çamlıdere yayla evlerinin olduğu yere, çeşme başına geldik. Kuyruğunu sallayan sevimli bir köpek bizden yiyecek istedi!.. Yayla evlerinin arasından ormana süzüldük. Bir bahçedeki güzel bir gaz yağı feneri dikkatimi çekti; ağaçta asılı halde gece yakılırsa çok hoş bir görüntü oluşurdu. Herkes kar azlığından yakınıyordu ama Gökhan yukarılarda arzunuza kavuşacaksınız dedi.
Ormanlık dağ sisliydi ve pek esrarengiz bir görüntüsü vardı. Her yerde sessizlik hakimdi. Ben yağmur yağar diye Marmot su geçirmez altlığımı getirmiştim ama yürüyüş boyunca sadece hafif kar serpiştirmeleri oldu. Zeynep hanım artçılıktan alınıp ikinci sıraya transfer edildi. Öndekiler (derin kar yoksa) önde yürüdükleri sürece arkadakilerden daha az yorulurlar; bu, değişmez bir yasa gibidir. Etkinlik boyunca Arzu, Gökhan'ın neden hep önde yürümediğine takıldı ve espiriler yaptı. Genellikle önde yürüyenler değişiyordu; herhalde Gökhan herkesin "liderlik ruhunu" tatmasını istiyordu. Dönüşteki yan geçişte zorlu kısımda kendisi öne geçti. Karda iz açma olaylarında ben de her zaman gönüllüydüm. Özellikle diz seviyesini geçen ya da en az 1 metrelik kar derinliklerinde iz açmak müthiş keyiflidir. Bir yere gelirsiniz; fizik tükenir ama psikolojik güç devreye girer ve zorlayarak bir süre daha devam edersiniz; tükenince yerinizi başkasına bırakırsınız.
Etkinlikte bir de Tomografi teknisyeni İlker bey vardı. Gerçekten zor bir meslek; çünkü her gün belirli düzeyde radyasyona maruz kalıyorlar; yıpranma payını öne çekip bu işte çalışanlar oldukça erken emekli edilmelidirler bence. Vicdan, ahlak, akıl ve bilim bunu emreder!.. İnsan yaşamı her şeyden kutsaldır. Ben bu tarz mesleklerde çalışanların 4-5 kat fazla maaş almalarından da yanayım. İlker bey minibüste de epeyce bir tıbbi bilgi verdi; damar olayının sağlığın özü olduğunu söyledi.
Yürüyüş boyunca çok şeyler konuşuldu. Kilimanjaro'ya tırmanmış bir arkadaştan konuştuk; oralar artık pek turistik yerler olmuşlar ve bu pek de hoş değil elbette. Ben Dedegöl festival çıkışını hatırlıyorum; dağ sanki Kızılay meydanına dönmüştü; oysa dağları sessizlikleriyle ve ıssızlıklarıyla ve vahşilikleriyle tanımak gerek!.. Yüz tane adamın olduğu bir dağda olmak ne işe yarar? Sessizlik ve ıssızlık... Dağları, onların gerçek doğaları, gerçek halleri neyse öyle görmeli...
Güzel bir tempoda yürüyorduk; ne yavaş, ne hızlı; orta karar ve kısa molalar hariç sürekli... "Akşam Fener'in derbi maçı var aman geç kalmayalım," diyen arkadaşlar da vardı.
Ben yeni aldığım La Sportiva Val Di Fiemme GTX bottan 2 yürüyüştür çok memnun kaldım; öteki ayakkabıda ayaklarım üşüyordu, biraz su da geçiriyordu; bunda 7 saatlik kar yürüyüşünde hem sıcakca hem de kuruca kaldılar. 4/3 sertlikteki taban da kayalar üstünden geçince baya fayda sağlıyor. Ayakkabıyı sevdiğim için gelince özel olarak yıkadım! Malzemelere iyi bakmak gerekiyor; batonları kurulamak, 3 parçayı söküp içindeki suyu almak lazım; giyilen her şeyi hassas yıkamada halletmek ömürlerini artırır. Malzemeler bize iyi bakıyorlarsa biz de onlara iyi bakmalıyız! Bizi koruyanı biz de korumalıyız; ama tabii bundan daha üstün bir felsefe var o da bizi korumayanı dahi korumak, bize iyi davranmayana bile iyi davranmak; bu ise daha "gelişmiş" bir "üst-insan" olmayı gerektirir!..
Yürüyüşte Dendroloji (Ağaç bilimi) dersi de verildi. Biz genelde hepsine "ağaç" diyoruz tabii! Yayla tarafında sarı ve kara çamlar vardı; yükseldikçe kara çamlar azaldılar. Biz yürüyüşe saat 10 gibi, 1400 rakımlardan başladık ve 1850 metreye kadar çıktık. Alıç dağı parkurunun özelliği ilk 3 saatin hep çıkış olmasıdır; ben yokuşları seviyorum; insanı geliştiriyorlar; zorluyorlar ama geliştiriyorlar. Arzu, sarı ve kara çama ek olarak titrek kavakları da dendroloji hafizasına ekledi. Çamların iğneli yapraklarının uçlarındaki damlacıklar sanki aşağıya düşmemek için bir mücadele veriyorlarmış gibi asılı, gergin halde duruyorlardı.
Önceleri şikayet ettiğimiz az kar, Tepebaşı denen yeri geçtikten sonraki çıkışta zirveye yakın yerlerde 80 cm'yi buldu. Zirveye yaklaşırken sisler arttı; orman büyülü bir hale geldi; rüzgar pek yoktu; sisler içinde Aluç Dağı zirve noktası olan yangın kulesini gördüm; buraya daha önce gelmiştim ve yine sisliydi. Tabii orada Bavyera'daki harika Neuschwanstein kalesini görseydik daha güzel olurdu belki! Neo-romantizmin bu büyülü kalesi gibi olmasa da yangın kulesini de zihnimde esrarengiz bir yer olarak hayal ettim. Burada 25 dakika kadar yemek molası verdik; kuleye tırmandık; Nihal hanım kulenin en tepesine çıktı ve sanırım suluboya resimleri için görsel malzeme aradı!.. Yemek biter bitmez sisler dağıldılar; uzaklarda Eğrekkaya barajı görüldü; Gökhan hepsini teker teker anlattı ama hafızamda pek bir şey kalmadı. Bu yangın kulesini bir deniz feneri şeklinde inşa etselerdi çok güzel olacaktı. Keşke ülkemizde yüzlerce çok güzel inşa edilmiş tarihi deniz fenerleri olsaydı ve bir "Deniz Fenerleri Gezileri" düzenlenebilseydi.
Saat 14.00 gibi inişe geçtik. Güzel bir yan geçiş yaptık. Burası biraz riskli olduğundan Gökhan öne geçti ve derin çukurlara ilk o bastı. Bu bölümde bir arkadaşın batonu fena halde yamuldu; sıcakta yamulan tren raylarına benzedi; herhalde düşerken batonun üzerine düşmüştü; Likya yürüyüşünde benim batonum da bu şekil yamulmuştu. Az önce "bir arkadaş" dedim çünkü isimlerin çoğunu bilmiyorum; herhalde Burak'ın batonuydu. Ezilen bir göknarın kurtarılması tarzında Budist bir davranışı da yine bu bölümde hatırlıyorum.
Zaman zaman müthiş aheste biçimde kar taneleri yere düşüyorlardı; tepelerde uçan zeki kuzgunlar gördük; pek de uzun zaman önce olmayan tazemsi tilki izlerine rastladık. Donmuş çeşmeleri, devasa karınca yuvalarını ve batonlarımızın paletlerinden ortaya çıkan Donut türü ortası delik kar şekillerini gerimizde bıraktık. Birkaç yerden çöpler toplandı; kamu hizmeti yapıldı. Etkinlik, Akpet tesislerinin lokantasında devam etti; et ve pilav yiyenler epeyce oldu ve bir etkinlik de böylece bitti. Doyurucu, güzel bir etkinlikti. 15 km'den fazla yürüdük sanırım. Doğa her zaman insanı dinlendirir; yorsa bile dinlendirir!.. 85 yaşında olmasına rağmen Likya Yolu yürüyüşüne katılan ve kaya mezarların olduğu yerdeki ipli yerden tek başına geçen bir kadını anlatmıştı Gökhan. Uzun doğa yürüyüşlerini tıpkı bu kadın gibi ya da sevgili Mahatma Gandi gibi yaşamımızın ayrılmaz bir parçası haline getirmemiz gerekir!.. Strabon ekibine teşekkür ederek yazımı Ferhat Göçer'den iki müzikle sonlandırıyorum; Cennet:


Ve bir tane daha; Götür Beni Gittiğin Yere:



Mehmet Murat ildan