Friday, January 28, 2011

Gerede Keçi Kalesi


Bugün, dünden sonraki gün, yani 30 Ocak 2011 Pazar günü; karlı bir gün, sisli bir gün! Dağlara fazla kar yağmadı derken artık karlar şehre indiler ve boş yere kar lastiği almamış olduk böylece!.. Çoğu kez yaptığım gibi yine günün anlamına dair bir şeyler yazarak başlayacağım "Gerede Yürüyüşü" yazıma.

78 yıl önce bugün Adolf Hitler Almanya şansölyeliği için, yani Bundeskanzler için yemin etmişti; dünyanın kaderini değiştiren bir yemindir bu; pek sevimli bir konu olmadığından bunu geçeceğim. Franklin Roosevelt daha ilgi çekici; ABD'nin 32. başkanıydı o. Atatürk 1 yaşında iken Roosevelt 30 Ocak günü dünyaya gelmiştir. Tam 4 kez başkanlık yapmış bir isim! Kendim de özdeyişler üzerine çalıştığımdan Franklin Delano Roosevelt'in sözlerine bakmıştım. İşte bunlardan bir tanesi: "Bir milletin medeniyet seviyesi, üzerinde yaşadığı toprakları ağaçlandırmasıyla ölçülür." Bunun tersini de söyleyebiliriz: "Bir milletin barbarlığının boyutları, üzerinde yaşadığı toprakların ormanlarını yok etmesiyle ölçülür." Roosevelt'in Mustafa Kemal'le ilgili güzel bir sözü de vardır; Atatürk'ün ölümü üzerine şöyle bir demeç vermiştir: "Benim üzüntüm iki türlüdür. İlk olarak bu büyük insan ve devlet adamının kaybı nedeniyle bütün dünya gibi üzgünüm; ikincisi ise, o kadar istediğim halde, bu muhteşem insanla tanışma şansımın artık kalmamış olmasıdır."


Bugünkü etkinliğin fotoğrafları aşağıdaki linkte mevcut:




Bu hafta sonu, epeyden beri merak ettiğim bir yer olan Keçi Kalesi taraflarına gittim. Tabii insan yer belirtmezse pek çok yer anlaşılabilir. İzmir Selçuk'taki Keçi Kalesi mi, Niğde'deki Keçi Kalesi mi yoksa Hasan Dağı eteğindeki Keçi Kalesi mi? Sanki memleketin her yeri keçi kalesidir! İşin gerçeği şu ki, Anadolu'da ismi bilinmeyen kalelerin çoğuna Keçi Kalesi denmiştir. Bu kalelerle ilgili temel efsane keçilerin boynuzlarına mum bağlanıp gece vakti onların kalabalık askerler olarak görünmeleri ve kalenin bu sayede fethedilmesidir. Selçuk'taki hikayede ise bir kalede yaşayan kral kızına aşık bir çoban, kıza ulaşmak için keçilerine mumlar bağlar ve kaleyi tek başına fetheder! Geçmiş yüzyıllar palavralarla, atmasyonlarla doludur, ama bunlar yine de hoş hikayelerdir. İnsanoğlu, ekmeği havada kapan martı misali önüne gelen her saçmalığa inanma eğilimi güçlü olan "delilsiz inanıcı" bir varlıktır.

Benim bugün DASK (Doğa Araştırmaları Sporları ve Kurtarma Derneği) ile gittiğim yer Gerede yakınlarındaki Keçi Kalesi'ydi. Roma uygarlığının önemli kentleri arasında bulunan Gerede'nin 5 kilometre kuzeyinde 1700 rakımlı bir yerdir burası. Kalenin olduğu dağa Arkut Dağı derler. Kale, Bitinyalılar zamanından kalmaymış; Trakya'dan göç eden Bittni kavminin bir eseri olarak bahsedilir.


Bolu için Devlet Meteoroloji İşleri'nden hava durumuna bakmıştım; en yüksek 1 derece gösteriyordu ve kar yağışlıydı; 50 kilometre ötedeki Kartalkaya kar kalınlığı için 110 cm demişler ki iyi bir yükseklikti bu!.. Bugün 137 kilometrelik bir yolumuz vardı. Ankara'dan 7.55 gibi yola çıkıp otobandan Dorukkaya Green Park otelinin tesislerine geldik; Cankurtaran mevkiinin canlı-kanlı bir tesisidir burası. Buraya gelirken okuduğum bir şey de aklıma gelmişti. 1936 ya da 1934 yılında Atatürk Ankara'dan yola çıkmış; bizim eski yol dediğimiz yerden, yani Kızılcahamam üzerinden öğle vakti Gerede'ye varmıştır. Civardaki çam ormanlarında esen rüzgarla serinlemiştir ve oranın adı için "Esentepe" önermiştir. Sanırım bunun belgesi varmış, doğru mu bilemem.


İşte "Esentepe" ya da eski ismiyle Ramazan Dede tepe bizim yürüyüşe başladığımız yerdi. İnsan, adım attığı her yere dair her türlü bilgiye sahip olabilse, müthiş bir imgelemle karşı karşıya kalırdı. Gerede, tarihi İpek Yolu üzerindedir; insan yürürken bütün bunları, yani Atatürk'ün "Ramazan Dede" şehir eşrafıyla yediği yemeği, İpek Yolu tüccarlarını, Romalıları, Bizanslı piskoposları, buradan ismi ve cismi geçmiş; kendi ve gölgesi buraya uğramış olan her şeyi ve herkesi hayal edebilir. Tankçı general Patton'un hayatını anlatan bir filmde böyle bir şey vardı; Patton ,dolaştığı topraklarda sürekli olarak geçmişte yapılan savaşları ve o savaşlarda kullanılan taktikleri hayal ediyordu ve bu durum ona müthiş bir zenginlik sağlıyordu; Patton, çok yaman bir savaş tarihçisiydi ve eğer biz de çok yaman bir yerel bölge tarihçisi olabilsek "bir yürürken bin yürümüş oluruz!" Yaşam, eğer farkındalık varsa vardır; bir şeylerin ya da her şeyin farkındaysak yaşıyoruz demektir.


Bugün gezindiğimiz yerlere dair pek çok hikayeler vardır. Esentepe'deki en genç çam ağacının 400 yaşında olduğu söylenir, çünkü 1071'den sonra Anadolu'ya gelen Horasanlı akıncı Türklerden Ramazan Dede'nin kabri bu bölgededir (1400 rakımlı Esentepe mesireliğindedir) ve bu kutsallıktan dolayı hiç ağaç kesilmediği söylenir ki bunlar tabii ki gerçeküstü söylencelerdir!.. Basit bir araştırmayla orada 400 yaşın altında pek çok çam ağacı bulunabilir, yine de araştırmadan bilemeyiz!..


Etkinliğe 27 kişi katıldı; doğrusu grubun kalabalık olması her zaman bir dezavantajdır ve benim pek tercih etmediğim bir şeydir; 10.30 gibi başlayıp 15.30'da bitirdik. Benim bu etkinlikte sadece 4 tanıdığım vardı: Gökhan, Jak Den, Köroğlu zirvesinden tanıdığım Gülsen hanım ve Kök pasajında Doğa sporları malzemeleri mağazası olan Meral hanım.


Yürüyüşümüze Esentepe Sofrası lokantasının önünden başladık. Kar yağışı yoktu ve güneş zaman zaman bulutların ardından bize kaçamak bakışlar atıyordu; bulutlar dünyayı kaplayınca güneş de sanki panikler, hüzünlenir ve ısıyı değiştirip rüzgar yaratır ki bulutlar dağılsın ve dünyayı görebilsin; meraklı ve canlı bir varlıktır adeta; 150 milyon kilometre öteden yüzümüze dokunmak ister; çünkü güneş yalnızdır, bütün muhteşemliğine rağmen orada, uzaydaki tahtında, sonsuz soğukluğun ve ıssızlığın ortasında tek başınadır ve bizim onu sevdiğimizi bilir! Yürüyüş başladıktan kısa bir süre sonra anıt ağaçlara rastlamaya başladık. Bunlar dev kara çamlardı; görkemliydiler; ve bilgeydiler; çok şey gördüler; onlar çok şey bilirler, ama pek konuşmazlar; en büyük bilgileri kendilerine saklarlar.


Esentepe oteline ait futbol sahasından dere yatağına saptık ve 1700 rakımlı kaleye doğru yöneldik. Bu vadi, kuşburunlarıyla bezeliydi; vadiden akan derecik donmuş, üzeri karla kaplanmıştı ve bazen ayakları kaydırıyordu, dikkatsiz adımlar için tehlike yaratabiliyordu. Beklediğimiz derin kar yoktu; "toz-kar" vardı; uçuşan ve kum gibi akışkan olan bir kardı bu; 1 metreye bile bassanız ayağınızı kolayca çekebiliyordunuz.
27 kişiyle elbette sıkı bir yürüyüş yapmak zordu; o yüzden geride kalanlar bağlamında doğal olarak bekleme yapıyorduk. Sanırım Gökhan en hızlı yürüyenle en yavaş yürüyenin bir aritmetik ortalamasını alıp tempoyu ona göre ayarlıyordu ve her iki kesimi de memnun etmeye, bir "denge-hızı" bulmaya çalışıyordu.


Ben klasik yerimdeydim, yani en üstteki fotoğrafta görüldüğü üzere ikinci sırada. Bu etkinlikte kar izi açma ve en önde manzaralı yerde yürüme fırsatını sık sık buldum. Bu konuda Jak Den'le aynı görüşteydik; o da bazen bizim Muharrem hoca gibi çaktırmadan öne geçiyordu; çünkü önünüzde biri varsa hep onun tozluklarına bakıyordu insan, manzarayı kaçırıyordu. Çatallara gelince durup Gökhan'a sağa mı sola mı diyorduk; çünkü rotayı sadece o biliyordu. İncelme ve kalınlaşma molaları verildi. Ben bazen sağ cebimden 1 kuru dağ inciri alıp yiyor bazen de sol cebimden ceviz alıp yiyordum; arka cebimdeki leblebiden de az bir şey atıştırıyordum; arada da kuşburnu koparıyordum yanlarından geçerken. Suyu, önde bel çantasında taşıma olayından vazgeçtim; artık üşenmeden çantamı indirip çantayı açıp içiyordum.


Zaman zaman kar serpiştiriyordu. Yürüyüşlerimizde sürekli olarak yaban hayatı izlerini görmek insanı artık pek tatmin etmiyordu. Güzel ötüşlü Saka kuşları neredeydiler ya da kaba ayılar, güçlü kurtlar, meraklı sansarlar, karacalar, tilkiler ve çakallar? Hepsi birer hayalettiler sanki. Elbette bir ayıyı yakından değil çok uzaklardan görmeyi tercih ederim!.. Yol boyunca farklı sohbetler edildi; rehberliğin zorluğu üzerine konuştuk; topuklu ayakkabıyla gelenlerden yağmur başlayınca şemsiye isteyenlere kadar çok farklı bir yelpaze bu trekkinglere katılır; bilinçli olanları vardır, bilinçsiz olanları vardır; ortam bir insan laboratuvarıdır adeta. Gökhan bize Likya yolu rehberliğinden, oradaki profesyonel rehberlikten ve Kızılcahamam civarındaki Jeopark projesinden de bahsetti; bir de yıllar önceki ağaç katliamından. Bu katliam doğal bir katliamdı; aşırı yağan karlar, bir sıcak bir soğuk derken binlerce ağaç devrilmişti; ben de o dönemi hatırlıyorum. Bazen kar ağaçlarda birikir, erir, donar; ağaç adeta betondan buzlarla kaplanır ve ağırlığa dayanamayıp çöker!..


Yol boyunca, kayaların içinden fırlamış inatçı kara çamlar gördük. Yükseldikçe kara çamlar sarı çamlara ve nihayet Köknarlara (ya da göknarlara) dönüştüler. Çatalçeşme denilen çeşmede fındık-fıstık ve sıcak içecek molası verildi. Bu molalar, devamlı yürümeyi seven biri olarak bana biraz uzun geliyordu, ama elbette ötekileri de düşünmek gerek. Tek kat içlikle yürüyordum; Keçi kalesine kadar windstopper'a gerek olmadı. Bir ara sanki kış bu sessiz vadiyi terkedip gitti; baharımsı bir sıcaklık oluştu; incelmeyenler terledi ve ateş bastı. Meral hanımdan aldığım Regatta marka kulaklıklı şapkadan memnun kaldım; sıcak tutuyor, bereden daha iyi ve de su geçirmez; tek dezavantajı kulak daha az duyuyor, resmen daha az duyuyor ama artık her zaman sabit olarak çantamda yer alacak!.. Bazı şeyleri yedek olarak da almak lazım. Bir arkadaşın ihtiyacı olursa çantadan çıkarıp vermek güzel olur.


Çok da uzun olmayan bir süre sonra Keçi Kalesi göründü. İçine girmedik; esasen ortada ne keçi ne de kale vardı! 1995 yılında restore edilmiş bu kaleye sıradan bir duvar örülmüş; bizdeki restorasyonların çoğu cahil insanlar tarafından fazlasıyla modern yapılırlar ve tarihi bir görünüm bile oluşmaz!.. Hava sisli olmasaydı Gerede manzarası seyredebilecektik. Kale yakınlarında bir avcıyla köpeğini gördük; büyük ihtimal can sıkıntısından zevk için avlanma yapıyordu, yine de günahını almayayım; belki de yemek için avlanıyordu, bilemem; gerçeği ancak gözlemleyip deneyimleyerek bilebiliriz.


Orman içi patikalara girdik; karlı ve loş labirentlerin büyülü atmosferlerinde ilerledik; kar derinleşti ve bir ara 80 cm'lik derinliğe ulaştı ki işte asıl o derinlikteki karda 5-6 saat yürümek gerekirdi; tabii o zaman da kafa lambaları lazımdı. Çok sayıda fotoğraflar çekildi; fotoğrafı çekilen kişi birden dikleşiyor, poz verme konumuna geliyordu. Dikçe bir bayırdan karda yuvarlanma aktivitesi yapıldı; ben dağcılık disiplini bağlamında kendimi kara bulamadım; aslında Mart ayında güneşli sıcak bir günde bu daha güzel olur belki!.. Kar topu oynandı; bazı kulaklara sular kaçtı; ben her zamanki gibi yürüme eğilimindeydim. Sakince yola devam ettik ve aniden bir kayakçıyla karşılaştık; Arkut Dağı kayak tesislerine yaklaşmıştık. Kayak hocası ve öğrencisini birkaç kez gördük; açtıkları kayak izlerini bozduğumuz için kayak hocası bize bozuldu sanki. Bu Esentepe kayak merkezi, kayağa yeni başlayanlar için uygun bir yerdi. Kızağa binen sevimli bir çocuk fotoğraflandı ve de bu yazımın fotoğraflarından biri oldu. Hedefimiz Hacı Veli yaylasıydı. Eli baltalı, ağzı laf yapan cingöz bir köylüye rastladık; seneye de benim yaylama gelin dedi ve hatta şimdi gelin dedi.


Zaman zaman arkama dönüp baktığımda rengarenk tozluklar ve montlar bana yerdeki gökkuşaklarını anımsatıyordu. Bir de geceyi hayal ettim; herkesin elinde meşaleler olsaydı ilginç bir görsellik oluşurdu. Telesiyejin yanından geçtik; aileler çocuklarıyla eğleniyorlardı; bu mutluluk ve eğlence tablosuna kısa bir süre bakıp devam ettik. Arkut kayak merkezinin avantajı oraya ulaşımın kolay olmasıydı. 5 kilometrelik kayaklı koşu ve mukavemet pistinin bazen içinden geçiyorduk. Saat 13.30'u geçmişti ve acıkmıştık. Hacı Veli yayla evlerinin camisine ve etraftaki evlerin verandalarının altlarına sığındık; kar yağıyordu. Benim menümde haşlama patates, patatesli börek ve de elma vardı; fazlasıyla doydum; bir de sıcak çay içtim; artık pişmiş yumurtayı menüden kaldırdım, onu sadece kahvaltıda yiyeceğim; yürüyüşlerde protein ağırlıklı beslenmek yanlış; balık yemek yanlış, yumurta yemek yanlış diye söylenir... Dağda börek harika oluyor; hele bir de ıspanaklı olsaydı... Mümkünse makarna yemek de faydalıdır.


Kar nedeniyle ilk kez Marmot yağmurluğumu giydim ve de hoşuma gitti; terletmedi; yüksek irtifadaki riskli bölgeler için güven verdi. Jak Den fotoğraflar çekti ve "Herkes benim çekmemi istiyor, çünkü benim resimlerde olmamı istemiyorlar," diye bir espri yaptı. Jak artık bizden biri olmuş; Türkçe'nin inceliklerine vakıf olmuş; Gülsen hanım Kaçkarlar'da Jak'ın da olduğunu, Türkiye'nin her yerini bildiğini söyledi. "Çimlere Basmayın" yazısından bazı harfler çıktığında nasıl okunduğunu da söyledi Jak: "Çimlere Bas Ayı!" Türkçe duyarlılık geliştirmiş kısacası. Çatılardan sarkan buzlar yere düşmek istiyorlardı ama -6 dereceyi gösteren termometre bu düşüşe izin olmadığını da ilan ediyordu; sarkıtın tanrısı su ve dondurucu soğuktu; onlar varsa sarkıt da var olacaktı.


Ormaniçi patikalardan dönüşe geçtik; kar yağışı iyice arttı. 15.30'da minibüsteydik; 15.42'de yola çıktık. Kızılcahamam AKPET tesislerinde yemek molası verildi ve böylece bugünkü etkinlik de sona erdi; doğrusu ben AKPET tesislerini pek sevmedim; öncelikle içeri sıcak değildi, soba yoktu; oysa bir lokantayı lokanta yapan şey özellikle kış ayında sıcaklığıdır!..


Nihayet Keçi kalesini görmüş oldum; Arkut Dağı kayak tesislerini bilmek de faydalı oldu çünkü ben kayak bilmiyorum; ama şöyle bir baktım, çabuk öğrenilir gibi geldi bana; en kötü ihtimalle yukarıdaki sevimli çocuğun kızağıyla da kayılır!.. DASK'ın etkinliğinde emeği geçen arkadaşları kutlarım.


Yazımı bir müzikle sonlandırıyorum: Yıldız Usmanova, güzel bir parça, Seni Severdim:



Mehmet Murat ildan

Saturday, January 22, 2011

Başköy Kaletepe Strabon Yürüyüşü


Bugün 2011 yılının 23 Ocak Pazar günü. Geçmişte bugün ne olmuş derseniz, 228 yıl önce üstat Stendhal doğmuştu derim! Yıllar evvel, Paris'e gitmeden hemen önce Zafer çarşısına gidip Stendhal'in Parma Manastırı romanını almıştım; güya uçakta bu kalın kitabı okumaya başlayacaktım. Halen okuyamadım!.. Üstadın bir sözüyle bugünkü yazıma başlayayım: "Her gün, ilham gelsin veya gelmesin yirmi satır yazınız!" Ben sekiz satır yazdım bile!..


Bu hafta sonu bir arkadaşın önerdiği bir derneği tanımak üzere yola çıktım. Sonuç olarak DASK'la başlayıp Strabon'la bitirdim. DASK'ın açılımı şöyle: Doğa Araştırmaları, Sporları ve Kurtarma Derneği. 22 yıl önce kurulmuş bir organizasyondur bu. Bununla ilintili olan grup ise Strabon grubu. Bugünkü Eğerli Başköy - Kaletepe yürüyüşü Strabon grubu tarafından yapıldı. Rehberi Gökhan Koçak'tı; onu önceki yürüyüşlerden hatırladım; samimi, efendi bir arkadaş ve tedbirli, düşünceli bir rehber. Etkinlik 19 kişinin katılımıyla 10.30 gibi başlayıp 17'den önce, hava kararmadan sona erdi. Etkinliğin fotoğrafları aşağıdaki linkte mevcuttur:
Strabon, bir gezi ve kültür etkinlik grubu ve Anadolu Uygarlıklarını keşfetmeyi amaçlayan bir grup. Grubun ismi Yunan tarihçi ve coğrafyacı Strabon'dan geliyor; dünyanın ilk coğrafyacısı kabul edilen Strabon Amasya doğumludur, yani yabancı değildir!.. Anadolu'yu epeyce dolaşmış bu ünlü coğrafyacının ismini kullanmak motive edici bir unsurdur elbette. Ve böylece yazım 20 satır oldu ve dahi geçti; üstat Stendhal'in tavsiyesine fazlasıyla uymuş oldum!..


Kızılcahamam'ı geçtikten sonra 3 km kadar giderek AKPET tesislerinde çorba ve kemer molası verdik; pantolonu düşmekten kurtaran kilit düğmenin kopması ve de 10 liraya alınan bir kemerden, ezo gelin ve mercimek çorbalarından sonra Işık Dağı yoluna ya da Çerkeş yoluna girdik. Bu yola girdikten sonra yükselme başlar ve ağaçların arasından aşağılardaki Eğrekkaya barajı mavice göz kırpar. Hava durumuna göre bugün bu civarlarda yağmur geçişi olacaktı; etrafta hiç kar görünmüyordu, ancak Gökhan tepelerde kar olduğunu söylüyordu. Semeler'e gittik. Oradan da Eğerlibaşköy'e vardık. Buralarda ismi "Eğerli" diye başlayan birkaç köy daha var.
Bu civarlarda nereye gidersek gidelim yine Yabanabad bölgesindeydik. Osmanlılar zamanında özellikle Kızılcahamam ve Çamlıdere ilçelerini içine alan bu alana Yabanabad diyorlardı. Daha önce bahsetmiştim, Ankara Savaşı zamanında bölgeye askerler gelmiş ve atları eğerli olanlar Başköy, Kozören, Alören ve Dereköy gibi köylere yerleşmişler. Atları semerli olanlar da Semer köyü taraflarına yerleşmişler; tabii söylenen bu ama gerçek nedir bilemem; gerçek ancak çok derin sorgulamalarla bulunabilir ve geçmişe ait bazı şeyler ise hiç bulunamayabilirler.
Eğerli Başköy oldukça engebeli bir araziye sahipti. Geçmiş yıllarda Emeklidede tepesine yapılan bir yürüyüşe giderken uzaktan, dağlara oyulmuş mağaralar görmüştüm ve içimden oraya gitmek lazım demiştim. İşte biz bugün oradaydık; insan bazen içinden son derece masumane ve güçlü bir şekilde bir şeyi istedi mi o şey gerçekleşir; bu hangi kanuna dayanır bilemem, herhalde "iradenin gizli gücü" kanunudur bu!.. Ama bu kanunda "şüpheye" yer yoktur; şüphe, işi bozar!..
Başköy camisinin avlusunda malzemeleri hazırladık; bol sulu çeşmeden ve cami terliklerinin önlerinden geçip Parmak Kaya denilen yere yöneldik; burada sivrice bir kaya sanki parmak kaldırmıştır, adeta göklere bir soru sormak için ondan izin istemektedir; parmak halen durduğuna göre izin henüz verilmemiştir! Nihayet yeni Windstopper'ımı tatmin edecek düzeyde serince bir rüzgar vardı. Tezekli yolda üzerlerine basıp düşmemek için dikkatle aşağı inişe geçtik ve buzlu dereye indik. Parmak Kayayı uzaktan seyredip Kaleardı'na doğru çıkışa başladık. Kayalardaki mağaraların içine girmedik çünkü pek bir şey yokmuş. Resimlerden, bu kaya oyukları ulaşılamaz diklikte görünüyorlardı ama bu sadece bir göz aldanmasıydı. Esasen hayattaki pek çok güçlük de bir "zihin aldanmasıdır." Bize zor görünürler ama işe koyulunca o zorluklar erir gider!.. O yüzden insan bir iş zor mu diye düşünmemeli, kolları sıvayıp işe girişmeli!..
Meyve ağaçlarının, sulak çeşmelerin, en yeşilden daha yeşil olan kaya yosunlarının, kupkuru bile olsalar bir güzellikleri olan dikenlerin yanlarından, taşlı yollardan geçip saat 13.30'a kadar yükseldik. Isındırıcı bir tırmanış oldu; Gökhan grupta en çok zorlanana göre molaları ayarladı. Titrek kavakların yanlarından titremeden geçtik; zaman zaman ürpertici rüzgar esiyordu. Tek kat içlik epeyce bir süre idare etti; başından sonuna dek de idare edebilirdi, eğer yemek sonrası mideye üşüşen kanın bizi soğutması olmasaydı!.. Çok uzaklardan, koyu bulutların arasından muhteşem bir güneş dağların arasındaki çukura vurdu ve orası altından bir çukur gibi parıldadı; bu çukur, insanoğlunun bütün servetlerinden daha değerliydi; göz kamaştırıyordu. Seyir tepe tarzı bir yerden Eğerli Başköy'ü seyrettik.


Ekipte iyi fotoğraf makineleri vardı; bu işin hobisini profesyonelce yapan Turan bey güzel fotoğraflar çekti. Kuşlara dair bilgisi de epeyce vardı. Ötüşlerden cinsleri bilebiliyordu; bıyıklı baştan kara kuşundan bahsedildi. Çok şey konuşuldu ve her şeyi hatırlamak imkansızdı. Yürüyüşe genellikle sessizlik, daha doğrusu doğal sesler hakimdi. Karlara bastıkça eskimiş tahtalar gibi gacırdıyorlardı; bazen baton uçlarımızdan tok sesler geliyor ve bir buzun üzerinden geçtiğimizi anlıyorduk. Artık ormandaydık; sürüler, minareler, ovalar geride kalmışlardı. Orman içi rüzgarsız sayılırdı. Ben ilk aşamada 1 pet şişe üzüm suyumu bitirdim. Geriye 2 tane 0.5'lik su şişesiyle 1 termos sıcak su kaldı. Soğuk suyu pek sevmiyorum; ılık su hoşuma gidiyor. Yalnız, city farm'ın organik üzüm suyu o kadar tatlıydı ki bir daha yürüyüşe getirir miyim bilemem!..
Bu gezide daha önce ADOG'da fotoğraflarını gördüğüm ama birlikte yürümediğim Jak Den de vardı; Türkçesi iyi bir Hollandalı; gerçi dönüşte minibüste "Herkes Türktür" esprisinden o da payını aldı; Türkiye'yi seven bir Hollandalı dersek daha doğru olur!.. Kökenleri fazla önemsememek gerek; 1000 yıl öncesine kadar inelim, Türküz; peki 3000 yıl öncesinde; hadi ona da Türk diyelim; 10 bin yıl önce, 1 milyon yıl önce? İşin gerçeği şu ki sıfır noktasına doğru geri gittikçe ne Türk kalır, ne Alman, ne Japon, ne Ugandalı ne de Tanzanyalı! Biz, uzayın derinliklerinden geliyoruz ve gerçek ırkımız "Kozmik Irk"tır!.. İnsan, yaşadığı ülkenin ve coğrafyanın ve ideolojilerin ve dinlerin onun zihnine kazıdığı çocuksu bilgilerden ve düşünme tarzlarından, kültür dediğimiz kalıplardan ve dahi geleneklerden kendisini kurtarıp özgürleşmelidir; özgür bir zihinle sonsuzluğun içinde düşünmeli ve büyük tabloyu görmelidir. Özgür olmayan hiçbir zihin gerçeğe bir milim dahi yaklaşamaz.
Kar çoğalmaya başlamıştı; insanlar karda iz açma keyfini yaşamak için zaman zaman öne geçiyorlardı ama Jak (Bay Jak) bu konuda en hevesli olandı; antreman yapmak istiyordu ve gerçekten de karda iz açmak, özellikle yarım metreyi geçen karlarda yol açmak müthiş geliştiricidir ve umarım Şubatta böyle bir fırsat bulunur. Zaman zaman çantaya ağır yük yüklemek de iyi bir antreman olur. İnsanı ancak zorluklar geliştirirler; kolaylıklarla gelişen hiçbir insan olmamıştır!..
Gökyüzü zaman zaman masmavi yüzünü gösteriyordu; Güneş'le yüzümüz yüz yüze geldiklerinde tatlı bir sıcaklık oluşuyordu. Ayaklarda biraz üşüme olmuştu, hatta birazdan da öte ciddi olarak üşümüştü ve buharları tüten bir kaplıca hayali yürüyüş boyunca zihnimde dolandı durdu: Pırıl pırıl bir kaplıca suyuna girip orada sonsuzluğa gevşemek; evren dediğimiz kaotik yapıda noktasal cennetlerdir bu kaplıcalar ve insan oralarda, sıcaklığın vücudu saran güvenliği içinde Tanrı'ya şükreder!..
1500 rakımlardan yürümeye başlamıştık ve hedefimiz 1950 metrelik Kaletepe'ydi. Kaleardının sırtlarında rüzgar bizi kamçıladı; bazen dikkat etmediğimiz dallar da yüzümüzü kamçıladılar. Artık acıkmaya başlamıştık; dere otlu böreğimden ve haşlama patetesten bir parça yemeyi arzuluyordum. Kaletepe'nin zirvesinde fazla kalmadık ve bir yarı-kuytulukta yemekleri yedik. Ben balık ikramına hayır dediğim için pişman oldum; açık havada Hamsi tadı da güzel oluyormuş; yine de bazı şeylerin tadımlıkta kalması da güzeldir, sonradan hayali yüksek olur; bazen hayal gerçekten daha güzeldir ve o yüzden gerçeği yakalamaktansa onu bırakıp hayaliyle daha yüksek bir gerçeğe erişebilir insan!.. Yine de absürd bir düşüncedir bu tabii ki!..
Geldiğimiz rotaya yakın yollardan geri döndük; hafifçe yağan karın tipiye dönme ihtimali vardı; daha doğrusu bir lokal tipi geçişi mümkündü. Saniye, dönüşün rehberliğinin bir kısmını yaptı; bu rehberlik dediğimiz olayın elbette en güzel yanı en önde manzaralı mevkide olmaktır!.. Bugünkü yürüyüşten keyif aldım; zorlanma olmadı, özellikle çıkışta olmadı; sadece ayağım üşüdü; YKM'den 10 liraya aldığım oturma minderi ise alt kısmı dondurdu; soğuk günlerde içlik giymek gerekir! Her geziden bir ders çıkarıyorum; o minderi yazın kullanacağım. İnsan elbette hiçbir zaman hiçbir konuda mükemmele ulaşamaz; sadece ona yaklaşmak için çabalamak hoştur ve esasen yaklaşamayacağımızı da hayat bize değişik oyunlarla gösterir!.. Tam her şeyi planladım dersiniz ve ortaya planlanmamış bir şey çıkar karşınıza!.. O yüzden yaşam, nereden geleceği belli olmayan oklarla savaşarak yaşanır ancak!..

Yazımı iki müzikle sonlandırıyorum; ilki bir memleket türküsü; Elvis'e biraz ara vermiş olayım; hep Elvis onun değerini düşürür! Mihriban...



İkinci parça da şöyle: Roxette; It must have been Love; hüzünlü ama güzel bir şarkı; benim "bütün zamanların" favori şarkılarımdan...




Mehmet Murat ildan

Sunday, January 16, 2011

Karyağdı Dağları



Bugün, 2011 yılının 16 Ocak Pazar günü. 16'sını severim; benim doğum günüm, ama bu ay değil, farklı bir ay!.. Bu hafta sonu doğa etkinliğimi Ankara Trekking grubuyla yaptım. Etkinliğe 14 kişi katıldı. Bugünkü yürüyüşün bir "Meditasyon Yürüyüşü" olduğunu söyleyebilirim; sessiz, sakin, zihni dinlendirici bir yürüyüş oldu. Zaman zaman yalnızca sazlık kamışlarından çıkan sesleri duyduk.


Ben her seferinde 13 kişi saydım, çünkü kendimi saymayı unutuyordum!.. Sabah 8.20 gibi Ankara'dan ayrılıp tam 16.00'da Ankara'da, daha doğrusu benim bindiğim yerde olduk!.. Etkinliğin fotoğrafları aşağıdaki linkte mevcuttur:




Orhaniye, Kazan ilçesine bağlı bir köy ve Ankara'dan pek de uzak değil. 990 metrelik bir rakımı var ve biz bu köyden 1300'lere kadar yükseldik. Kazan'ın en yüksek noktası Keklikdoruğu tepesidir; burası Karyağdı dağının 1484 metrelik zirvesidir. Biz bu zirveyi uzaklardan gördük. Oraya gidip gelmek için birkaç derin vadi geçmek gerekiyordu ve eğer gitseydik gece yarısından önce de dönemezdik!.. Saray yakınlarındaki Serkan kafede çay/kahvaltı molasından ve "Taş ekmek" alımından sonra köyden yürüyüşe başladık. "Dakika 1 gol 1" bağlamında ben tozluğumu bağlarken çantamı ve elimi tezeğe bulaştırmayı başardım ve de tek kolonyalı mendilimi harcadım; bundan sonra ağırlıktan feragat edip çift mendil getireceğim!..


Köy camisinden ve harabe evlerin arasından köpek havlayışları eşliğinde yukarı doğru yükselmeye başladık; yol boyunca pek çok güzel horoz gördük; durmadan öttüler; sanki yüz kez sabah oldu! 100 yaşında olduğu söylenen görkemli bir kara dut ağacının yanından geçerek denize ulaştık!.. Bir zamanlar buralar denizmiş; biraz yürüyünce bunun kanıtları hemen her yerde görülmeye başlandı. Selami bey bize pek çok deniz kabuğu fosili ve deniz kestanesi fosilleri gösterdi. İstridye, midye ve balık fosilleri arasında dolaşırken benim canım Fevzi hocada balık yemek istedi: Mezgit tava ya da deniz levreği; yanında da nar ekşili soslu Amasra salata ve kaygana!.. Bu fosillere baktıkça insan adeta denizin sesini ve dalgaların uğultusunu duyuyordu. Deniz seviyesinden 1050 metre yükseklikteki bu fosiller milyonlarca yıl öncesini hayal etmemizi sağladı. Ankara Maymunu denilen fosilin de yine Kazan bölgesinde bulunduğunu notlarım arasına ekleyeyim. Buradaki fosillerin yaşı onlarca milyon yıl öncesine kadar gidiyor. Yani 60-70 milyon yıl önce bir deniz tabanı olan bir yerden bahsediyoruz. Jeolojik dönemlerle ilgili çok fazla bilgim yok; Tersiyer zaman denilen 3. jeolojik zamanda Anadolu kütlesinde karalaşma çoğalmış, denizler gitmiş ya da göllere dönüşmüşler.
Bu fosil yataklarını geride bırakıp yola devam ettik. Hava sisliydi; başlangıçta 2-3 dereceydi, sonra 7-8'lere çıktı. Ortam rüzgarsız ve sessizdi; kuşsuz ve böceksizdi. Kar olmadığından ayakkabılar, tozluklar çamur içinde kalmışlardı.


Grupta bir de balıkçılık/avcılık işlerinden iyi anlayan Necip bey vardı; ondan domuz avı hikayeleri, çoban köpeklerini irileştirme stratejilerini dinledik. Avcı çizmesiyle gelmişti etkinliğe. Trekking gruplarında hemen her meslek olur; bu grupta da parlamento muhabirinden, grafik tasarımcıya ve dişçiye kadar değişik meslekler vardı. Tepelerden çorak dağlara baktık; Keklikdoruğu bir kayboluyor bir görünüyordu. Toprakta açmış beyaz çiçeklere basmamaya çalışsak da bu pek de mümkün olmuyordu. Yürüyüş genelde serbest sitilde sürüyordu; her ne kadar Selami hoca öncü, Nedim hoca da artçıysa da isteyenler zaman zaman öne geçip ilerliyorlardı; sadece ekip düzeninde yürünme zamanları Selami hoca önde gidiyordu.
Kızılcahamam ormanlarının bol oksijeni burada yoktu. Asalak ökse otlarının yanlarından geçip yerel bir zirveye çıktık ve uzaklardan bir avcı gördük. Sonra da çevreye dağılmış en az 5 avcı daha gördük. Tavşan avlıyorlardı herhalde ve tavşanları belirli bir yere, dar bir yere doğru sürmeye çalışıyorlardı. Buralarda yaşam tekdüze olduğundan avcılık yapılarak monotonluk biraz kırılmış oluyordu. Şehir insanı zaman geçirmek için AVM'lere giderdi köylü de ava!.. Ama elbette bazen ürünlere musallat olmuş bir yaban domuzu için özel olarak ava da çıkılırdı.


Ahmet hoca, yavaş ama değişmeyen bir tempoda tırmanıyordu. Necip bey koluna 2 tane turunç renkli fosforlu bant taktı; bunlar sanırım avcılara karşı bir önlem gibi bir şeydi; oldukça uzaktan görülebiliyorlardı. Ben beyaz giydiğim için herhalde çok uzaklardan beyaz tavşana benzetilme riskim vardı!.. Yürürken aniden karşımıza açık kahverengi birkaç kaya çıktı ki kendimizi sanki Mars'ta sandık. Bu esrarengiz görünümlü kayalardan sonra dere yatağı inişimiz başladı. Burada serbest yürüme sitilinde herkes kendi temposunda ilerledi; kaybolma olasılığı yoktu. Onlarca kıvrımdan oluşan bir dereydi bu ve 5-10 metre ileride yürüyenler birbirlerini göremeyebiliyorlardı.


Yukarıların yeknesaklığı ve çoraklığı kendisini biraz daha yeşile bıraktı. Ayakkabılarımızdan çıkan hoş toprak kokusunu içimize çekebiliyorduk. Dere yatağı ölü kaplumbağa kemikleriyle doluydu. Yaşam zordu; ölüm kolaydı; ışık geçici, karanlık daimiydi; bir otelin kiracılarıydık ve bir türlü ev sahibi olamıyorduk; hancı değil yolcuyduk. Bilim bir gün bizi hancı yapabilir!..
Avcı kovanlarının üzerlerine basıp onları yumuşak çamura gömüyorduk. Yer yer balçığa saplanıyor, sonra derenin sularında balçıklardan kurtuluyorduk. Kapalı bir vadiydi ve üstten uçaklar geçmiyordu; sessizlik hakimdi; zihnin huzur duyduğu bu sessizlikte insan saatlerce yürüyebilirdi ve her adımda ayakkabıların cilanlanması gibi zihnimiz de cilalanıyor, berrraklaşıp parıldıyordu. Saat 13 gibi dere yatağının içinde ana yemek molası verdik.


Benim tam önümde masa gibi duran bir kaya vardı. Önce kendi yiyeceklerimi koydum; pek zengin değildi; patates matates; domates turp, maydanozlu sigara böreği... Sonra Necip bey taş masaya kendi getirdiklerini koydu. Ortaya çok zengin bir taş-masa çıktı! Zeytinler, köy peynirleri, hemen yakındaki ateşte pişirilip getirilen bazlamalar ve doğal vişne suyu ve bir de acılı domates ezmesi. Ahmet hoca bir oturdu bir daha da kalkamadı; hep yedi! Grafiker Şenay hanım sanki sadece sigarayla doyuyor gibiydi; Sevil de derenin bir kıvrımında yok olup yemekle sigaraya dalmıştı! Meltem'in hamsi konservesi avcı bıcağıyla açıldıktan sonra yavaş yavaş yiyecekler azaldı. Siyah bir mantar, hemen arkamda adeta bizi izledi ve onu da yiyeceğimizden korktu!.. Dere yatağına tuhaf bir şekilde dikilmiş 10 kadar ağacı geçtikten sonra üzerinde "Sahibil Hayrat" yazılı çeşmeye geldik. Esası "Sahibül Hayrat" olacaktı. Sahibül, "sahibi" demektir; Hayratın Sahibi!.. Zaman zaman çeşmelere isim yazılır; iyilik yapan, "Bu iyiliği ben yaptım, beni hatırla!" der sanki ama bilmez ki en harika olan şey iyiliği gizlide yapmaktır!.. Her kim bir iyilik yapar ve o iyiliği kimin yaptığı hiç bilinmez ise, o iyilik yapan kişi gerçek bir melektir!.. Bilinirse de tabii ki ziyanı yok!.. Ben, ideal olandan, en değerliden, en zor olandan, "üst-insandan" bahsediyorum; mutluluğu bile gizlide yaşamayı başarabilen o esrarengiz "üst insandan!.."


Bu çeşmedeki kısa bir moladan sonra grup ikiye ayrıldı. 7 kişi dağa tırmandı; 7 kişi de dere yatağından Orhaniye köyüne devam etti. Bu tırmanış güzel oldu; ben tırmanışları seviyorum; insanı zorluyorlar ve geliştiriyorlar; her zaman zorlu bir tırmanmadan yanayım, yorgun olsam bile!.. Shaolin rahiplerinin küçük yaştan itibarenki eğitimlerini gördüğümde önce şaşırmıştım; mesela küçük bir çocuk kafasını günde 100 kez belirli bir teknikte bir kuma vuruyordu! Tabii büyüdüğünde o kafayla odun kırma aşamasına geliyordu!.. Ama biz yokuş çıkmakla yetinsek daha iyi; bir Shaolin (Şaolin) dağcısı olmasak da dünyanın sonu gelmeyecek!..


Yükseldik ve yükseldik; sonra da güzel bir sürü ve bu sürüyü koruyan iri bir çoban köpeğini gördük. Hiçbir yerde kar yoktu ve bu pek iyiye alamet değildi. Yan yatmış ya da katlanmış kaya oluşumlarını seyrettik ve sonunda Orhaniye köyüne vardık; saatler 15 civarıydı. Fosil ve dere yataklarında ilginç bir yürüyüş oldu. Kara dut festivali de yapılan bu köyü de hafızalarımızdaki raflara yerleştirdik.


Yazımı her zamanki gibi bir müzikle bitiriyorum: Bu kez yine Fernando Rosas; La Tertuila.




Mehmet Murat ildan

Thursday, January 6, 2011

ADKK Kurumcu Doğa Yürüyüşü


Bugün, 2011 yılının 9 Ocak Pazar günü. Günler, freni patlamış bir araba gibi ilkbahara doğru hızla ilerlemeye başladılar; zaten hayat da freni patlamış bir arabadır; hızla ilerler ve bir yerlere bindirir!.. Bugün aynı zamanda Fransız varoluşçu ve felsefeci Simone de Beauvoir'ın (Simon dö Bovuağ'ın) doğum günü. Kütüphanemde bir türlü okuyamadığım birkaç kitabı var. Onun güzel bir sözüyle yazıma başlayayım: "Bir yetişkin nedir? Yaşla şişirilmiş bir çocuktur!"


Bugünkü yürüyüşümüz, daha önce ismini duymadığım bir yerden, Kurumcu'dan başladı. Kurumcu diyince benim aklıma bacaların siyah isleriyle ilgili şeyler ve gözümün önüne de yüzü madenciler gibi kararmış insanlar geliyor. Yer olarak Çamlıdere barajının hemen güneyindeydik. Etkinliğin fotoğraflarının bulunduğu linki aşağıya ekledikten sonra ayrıntılara geçeceğim:




Etkinliğe 16 kişi katıldı. Kubilay bu haftaki "son dakikacıydı." Harun hoca sanırım biraz üşütmüş, gelemedi. Tahsin hoca bu hafta misafir sayısını 3'e çıkardı; haftaya belki 4 yapar. Mürsel-Tevfik hoca da epey bir aradan sonra geldiler; Tevfik hoca yine serbest yürüyüş sitili kullandı ve karda olması gereken derinlikten daha fazlasını ayak izleriyle açmayı başardı!.. 4 çekerden ise sadece Nazım hoca eksikti.
Ankara'dan yola çıkarak her zamanki E89 Otobanında - ki ben buna Gerede otobanı diyorum - ilerledik. Otoban, Çamlıdere barajına henüz varmadan Güdül yoluyla kesişir. Güdül yoluna girip oradan Çeltikçi'ye geçtik. Çeltikçi'den sonraki köy Kurumcu'dur. Bu bölgede pek çok yere gidip oradan başka yerlere yürüyebilirsiniz. Yani Akçakese'de inip Sorgun'a yürüyebilirsiniz ya da Sorgun'da inip Çeltikçi'ye yürüyebilirsiniz. Teorik olarak her yer parkurdur, her yer rotadır, ama ormanı/oksijeni bol, gölleri dolu rotalar ya da sessiz sakin derin vadiler, daracık loş geçitler daha keyiflidir.

Kurumcu köyünü ben ilk kez duydum. Köy, 30 yıl önce 1 km yukarıdaymış ama heyelan bölgesi olduğundan şimdiki yere taşınmış; herhalde taşınmasaymış zaten oraya kayacakmış!.. Buranın meşhur yemeği "Desti kapama" denen bir şeydir. Testinin içine et, su ve soğan konurmuş ve de testiyi ters çevirip tencereye koyarlarmış. Tabii testi tencereyi tamamen doldurmuyor; etraftaki boşluğa da pilav koyarlarmış. Doğrusu böyle bir yemeğin tadı nasıl olurdu merak ettim, ama sadece merak ettim; bu, tadacağım anlamına gelmez!.. Köyün girişinde, içinde gümüş ve sazan balıkları olan bir göl de var, ki bizim yürüyüşümüz buradan başladı ve yine oralarda bitti.

Yabanabad bölgesi köylerinin çoğu Orta Asya'dan geldiklerini söylerler ve belgelerden bahsederler. Kurumcu yakınlarındaki Aşağıhüyük köyü de bunlardan biridir. Altay ve Tanrı Dağları eteklerinde yaşayan Türk obaları oralardan buralara göç etmişlerdir. Civardaki isimler de ilginçtir: Tarhanalığın Doruk, Kızılcıkboğazı, Horozoğlu deresi, Sırıklı Dede!.. Efsaneye göre buralara 3 evliya gelmiş: Yılanlı Dede, Ali Semerkandi ve de Sırıklı Dede!.. Nedense benim ismimi unutmuşlar: Evliya Hacı Murat!! Bu Aşağıhüyük medresesinde Osmanlının ünlü alimlerinin yetiştiği söylenir. Tabii oturup bu köyün tarihini incelemek uzun iş, o yüzden sadece bir değinmeyle geçiyorum; meraklı arkadaşlar literatürü tarayabilirler. Zaman zaman böyle bir köye gidip, orada yaşayan yaşlılardan köye dair bütün bilgileri alıp köyü ve onların yaşamlarını, dramlarını ve sevinçlerini, hüzünlerini ve hayellerini bütün ayrıntılarıyla yazma arzusu bende belirir ama uygulamaya bir türlü geçmez bu arzu!..


Aklıma gelmişken görmek istediğim birkaç yeri de buradaki notlarım arasına alayım ve geleceğe bir not düşeyim: Bunlardan biri Alicin Kanyonu ya da CinAli Kanyonu. Bu Kanyon, Kalemler köyü eski pazar inişindeymiş ki Kalemler köyü Kurumcu'ya çok da uzak değildir. Uzaklardan bu kanyonu gördük zaten; belki baharda oralara keşif amaçlı gidilebilir. 140 metrelik dik bir yamaçta mağaralar varmış; bu Alicin Manastırı Sümela Manastırı tarzı bir görünüme sahip sanırım. Bir de Ağsar kalesi (Gavur kalesi) var, ki bugün Çeltikçi köy sakinlerinden biri bize kaleyi uzaktan gösterdi.

Bugünkü yürüyüşe dönecek olursam, ilk durağımız olan Çeltikçi'de mola verdik. Pehlivan marketten ufak tefek şeyler alındı ve yan tarafa yani Mehmet Kiraz'ın kirli kıraathanesine girdik. Çay henüz olmadığından burada bir hayli zaman geçirdik. Ülkü'nün üzerindeki elbiselerin renk uyumu konuşuldu. Yavaş yavaş, uykudan uyanan köylüler kahvehaneye gelmeye başladılar. Köyün delisi, ekipteki bayanları biraz korkuttu! Çıkarken de yere tükürdü; sanki ne yapacağı kestirilemeyen birisi gibiydi; fakat bu insanların hepsinin hüzünlü birer öyküleri vardır ve esasen onlardan korkmamalı, yaşamlarının ardındaki dramı çözümlemeliyiz; ister doğuştan olsun isterse de sonradan, bu köy delilerinin hepsinin hüzünlü bir öyküsü vardır.
Çeltikçi bir beldedir; burada çeltik yani pirinç üretilir. Bu kelime de ilginçtir: Farsça şeltük sözcüğü, kabuğu ayıklanmış pirinç anlamına gelir. Çayımız nihayet geldi ve buradan Kurumcu'daki yürüyüş noktasına, göl kenarına gittik. Bundan sonra yol boyunca pek çok güzel ve şirin göller gördük. Bölgeye "Yabanabad 7 Göller" unvanını verdik. Bazıları yapay, çoğu da doğal çanak gölleriydi. Kahvehaneden ayrılırken saat 9.50 civarlarıydı. Baton boyu ayarlamalarından sonra 10.15 gibi yürüyüşe başladık. Etkinlik 18 kilometre ve 6 saat sürdü. Kolumda, Müslüm hocanın bir zamanlar Tchibo'dan 89 liraya aldığı saat türünden bir saat olsaydı, "Anında bilgi" bağlamında güzel olurdu; devamlı bakardım altimetreye hangi yükseklikteyiz diye!..


Kurumcu gölünün İsviçrevari bir havası vardır; ya da İsviçre göllerinin Kurumcuvari bir havaları vardır da diyebiliriz!.. Hava rüzgarsızdı; belli belirsiz bir güneş vardı; çıkışa başladık ve bundan sonraki saatlerin çoğunda yukarı çıktık; Tanrı'ya doğru yükseldik. Tevfik hocanın orman içinde güzel bir hareketi oldu: Çaktırmadan çantasından bir torba dolusu ekmek çıkarıp kuşlar için attı ve ben de bu anı yakaladım; yaptığı iyiliğin bilinmez kalmasını önledim!.. İsa'nın güzel bir sözü vardır: İyilik yaptığın zaman sol elin sağ elinin ne yaptığını bilmesin! "İyiliğin gizlide olsun" misali Tevfik hoca da en gerilerde kalıp kuşlara yem attı. Zaman zaman sıralı düzende zaman zaman da yanyana yürüdük. Etkinliğin ilk bölümü çıkış olduğundan incelip tek kat içlikle yürüdük. Tepelerden Kurumcu gölünü seyrettik; daha ilerde ise Çamlıdere barajını seyre daldık. Müslüm hoca 4x4 ayakkabılarıyla önde iz açtı. Başlangıçta seyrek olan kar yükseklerde ve orman içinde çoğaldı, kalınlaştı, derinleşti.


Müslüm hocanın sürpriz parkuru görsel güzelliklerle devam ediyordu; suyu bol bir bölgeydi burası. Ekipte bir de Filistinli bir arkadaş vardı; bu, Filistin Yemenisi takan Kubilay'dı!.. Bugün ekipte artçılık yaptı ve geride kim kaldıysa onu mutlaka bekledi. Soğuk, karları toz hale getirmişti ve bazen dallardan kayan bu kar tozları enseden ya da kulaklardan içeri dalıyorlar, bizi üşütüyorlardı, daha doğrusu birkaç saniyeliğine ürpertiyorlardı. Benim bu yürüyüşte sadece ayağım üşüdü; kendime yeni bir çorap alacağım ve belki de Tahsin hocanın önerdiği çorabı alacağım; şalvarımsı pantolonunu aldığı yerden, herhalde Bahriyeliden almış ve pek memnun kalmış.
Her yerden karşımıza bir göl çıkıyordu; bunlar ya tam ya da yarım donmuşlardı; üzerlerinden sadece kuşlar ya da hafif hayvanlar geçmişlerdi. Tahsin hocanın misafirleri Meral-Cafer ünlü ve fıkracı Haldun bey geziden keyif alıyorlardı; bir Pazar günü evde oturup abuk subuk diziler seyretmek yerine burada, doğanın kucağında, bu görsel güzelliklerin, sessizliğin sakinliğin, ihtirassızlığın, enfes temizlikteki havanın içinde olma kararı verdikleri için de onları kutlamak gerek.


Tahsin hocanın Oidipus hikayesinden Jalelerin Body Worlds yorumlarına; benim küçük bir servet ödediğim kağıt inceliğindeki windstopper'ımdan, Yahya hocanın Nazım hoca yorumlarına kadar geniş bir yelpazede konular konuşuldu. Ekibin oldukça konuşkan bir ekip olduğunu sanırım yeni gelen arkadaşlar Meltem ve Gamze de anlamışlardı.


Tahtalardan yapılma sopalarla yürüyenler de vardı. Yürüyüşte bir çiğdem görmeyi başardık, daha doğrusu Jale başardı. Taşların karlarla örtülü olmaları, etkileyici kar tümsekleri yaratıyorlardı ve sanki başka bir gezegendeymişiz duygusu uyandırıyorlardı. Güneş, sıcak yüzünü gösterdiği anda, doğanın gerdanındaki kardan mücevherler pırıl pırıl yanıyorlardı. Hiçbir mücevher bunlardan daha göz kamaştırıcı değildir. Bu yürüyüşte "içi polarlı ve kulaklıklı bir Adidas şapka" almaya karar verdim. Decathlon'dan 10 liraya aldığım Çin malı ya da Çin'de üretilmiş bere de hoşuma gitti; başımı sıkmadı, terletmedi ve üşütmedi. Müslüm hoca bir öndeydi bir arkadaydı; Erol hocanın bu sene performansının bir hayli arttığını da söylemeliyim; sanırım şehirdeki antremanlardan kaynaklanıyor bu. Yol boyunca Yahya hoca zaman zaman zeybek dansı moduna geçti; Zeybek kursundan öğrendiklerini bize aktardı.


Kayalara yapışmış yosunlara hayranlıkla baktık; onlar beyaza inat yemyeşil yüzleriyle gülümsüyorlardı! Acıkmaya başlamıştık; 1150 rakımlardan 1600'lere kadar yükseldik; sanırım geceye kalmamak için 1750 rakımdan vazgeçildi; açıkçası bu kadar kar yoğunluğu da beklemiyorduk. Bir göl kenarında mola verdik. Ben sabit yemeğimi yedim; ekstradan Jale-Şule yapımı ıspanaklı börekten aldım; başarılı bir yapım olmuş. Mürsel hocadan çok güzel ve kocaman bir hurma aldım. Yahya hocanın dağ incirlerini de ve tabii tuzlu yerfıstığını da dönüş yolunda yedim. "Ye babam ye" tarzı bir şey oldu. Düşenler oldu, kayanlar oldu; herkes ufak tefek kişisel maceralar, kişisel kayışlar yaşayıp Mahzun Kırmızıgül'den bir parça sundular, "Yıkılmadık, ayaktayız" dediler!.. Müslüm hoca iyi bir parkur seçmişti. Bu parkurda bir de minik bir fare gördük; çok küçük ve çok sevimliydi. Kaya altına saklandı ve hızla yok olup fotoğraflanmamayı başardı.
Donmuş suların oluşturduğu şekiller evrenin kendisi gibi gizemliydiler; bazen buzlar şeffaf oluyorlar ve aşağıda suyun içinde lahana benzeri açmış yeşil su çiçeklerini görebiliyorduk. Buz gibi suyun içinde capcanlıydılar ve yeşil gözleriyle bize bakıyorlardı. "Yaktığnız ateşi söntör" gibi güzel bir Türkçeyle yazılmış yazıyı bir çeşmenin duvarlarında okuyup devam ettik. Bazen çamlar, yılbaşı çamları gibi süslenmişlerdi; ama bu kez, erirken donan su sarkıtları yılbaşı süslerinin yerini almışlardı. Dikenlerin üzerindeki kardan şapkalar da bazen komik görünüyorlardı. Koca bir kayanın önünde bayraklı fotoğraf çekiminden sonra hızlandık, çünkü artık inişe geçmiştik. Uzaklardan Yukarıhüyük, Aşağıhüyük, Çamlıdere barajlarını gördük ve saat 17.00 gibi başladığımız yere, Kurumcu gölüne geldik; minibüse bindiğimizde aracın göstergelerinde eksi 3 derece ve 17.22 yazılıydı. Başarılı ve görsel açıdan insanı mutlu kılan bir etkinlik oldu; etkinlik sonunda Erol hocaya komşusunun yaptığı meşhur cevizli keki hatırlattık!..


Yazımı bu kez iki farklı müzikle sonlandırıyorum; Birincisi: Hoş gelişler Ola Mustafa Kemal Paşa; çocukluğumda sıkça duyup sevdiğim bir müziktir benim; özellikle melodisi hoştur. Elbette bu türkü şu aralar pek popüler değil; ama Türkiye yeniden Modern Yürüyüşü'ne başladığında, Çağdaş nehir yeniden akar hale geldiğinde; ülke, tıpkı Atatürk yaşarken olduğu gibi yeniden Bilime ve Akla döndüğünde, Onu ve bu güzel müziği hatırlayacağız. Geçenlerde bir belgeselde Ay'da kurulacak üssün çalışmalarını izledim; biz de o çalışmaların içinde olmalıydık; çok geri kaldık çünkü Atatürk Devrim hızı, modernleşme kasırgası o ölünce durmuştur; o hız devam etseydi, Bilim ve Akıl öne çıkarılıp akılcı çağdaş bireyleri bütün topluma yayabilseydik, Modern Zihniyet Devrimi'ni sürekli kılabilseydik biz şimdi o belgeselin önemli bir parçasıydık!.. Hedef, rasyonel ve modern bir ülke yaratmaktır ve bunun tek yolu da rasyonel ve modern zihinler, akılcı ve sorgucu beyinler yetiştirmektir; tek kurtuluş eğitimdedir; Tanrı bu ülkeyi eğitimden yoksun bırakmasın!..




İkinci müzik bir İrlanda Folk Müziği ve benim araba müziklerimden!

Saturday, January 1, 2011

Avdan Köyü - Çamkoru Yürüyüşü


Bugün, Gregoryen ya da Miladi takvimin 2 Ocak 2011 Pazar günü. Dünya, Güneş'in etrafında 365 gün ve 6 saat yolculuk yapar. Günler, bu yolculuğun kilometre taşlarıdırlar. Günleri kilometre gibi hayal edersek, yıl başından bu yana Güneş'in etrafında 2 km yol almışız demektir; geriye 363 km yol kalır!.. Dünyamız iyi bir trekkingçidir; hızlı ve sabit bir tempoda 365 gün yürüyüş yapar, üstelik baton kullanmaz; boşlukta yürür. Aslında onun batonu vardır; Güneş'in çekim gücüdür bu! İşte biz, uzayda trekking yapan çılgın bir Dünyanın içinde sakince trekking yapıyoruz!..



Bugün, Ankara Dağcılık Kulübü ADK'nın Avdan Köyü - Çamkoru yürüyüşüne katıldım; genellikle sırtlardan yürüdük. "Bardakçılar Köyü - Çamlıdere" yürüyüşü yerine sürpriz ve güzel bir parkur seçmişti Müslüm hoca. Bu yürüyüşü yüksek irtifada yapsaydık, artistik bir deyimle buna "Avdan - Çamkoru Transı" diyecektik!.. Dağcılıkta bazı terimler hoş ve havalıdır; Trans, Alpin Stil ve Ekspedisyon sözcükleri böyledirler. Aslında bu terimlerin doğru kullanılmalarına dikkat etmeliyiz. Ben de sık sık "trekking" sözcüğünü kullanırım; esasen, bugünkü yürüyüşümüz günübirlik olduğu ve kamp içermediği için "Hiking" demek daha isabetli olurdu. Hiking'in Türkçesi Doğa Yürüyüşü'dür. Trekking ise köken itibariyle Güney Afrika'da kağnılarla ya da yaya olarak göç etmek anlamına gelir; bu kökenden dolayı olsa gerek, Trekking kamp içerir; işin içinde göç olduğundan bir günden fazla sürer, daha zorludur. Her şeye rağmen, ben Hiking'i sözcük olarak pek tutmadığımdan dolayı Trekking'i kullanıyorum; onu yerine Doğa Yürüyüşü deyimi en güzel olanıdır tabii.


Birazdan bugünkü etkinliğe dair aklımda kalanları değerli okuyucuyla paylaşacağım. Etkinliğe 10 kişi katıldı; 2 kişi son anda vazgeçtiler; Ülkü ve Olcay ise son anda listeye dahil oldular. ADK'nın çekirdek kadrosundan bazı eksiklikler vardı; yılbaşı kapsamında İstanbul Ceset Sergisi (Body Worlds), Çorum Hattuşaş gibi değişik yerlere dağılmışlardı; "4 çeker"den sadece ben vardım.


Etkinliğin fotoğrafları aşağıdaki linkte mevcuttur:



Sabah 7.45 gibi Ankara'dan yola çıktık. Eski yol yerine otobana girdik. Gerede yönünde ilerledik. Çamlıdere barajını geçtik ve Çamlıdere'de Uğurak kebap salonunda mola vererek çorba-çay içtik. Tahsin hoca menüdeki "Tesettürlü Pide" yemeğine dikkat çekti; kapalı pide yerine böyle bir isim vermişler. Yurdum insanı kendini bazen böyle zeki sanıp tuhaf isimler koyar!.. Fakat espiriyi tamamlamak için bence açık pideye de "Laik Pide" demeleri gerekirdi. Tabii bütün bunlar 21. yüzyıl için tam bir saçmalık. Tanrı'yı, bir insanın saçıyla ilgilenecek ve uğraşacak derecede alçaltmak ona hakaretten başka bir şey değil. Eğer bütün evreni yaratan ultra bir güç varsa, ey insanoğlu, Tanrı'yı böyle basit işlerle ilgilenen eli sopalı bir mürebbiye konumuna düşürme, buna hakkın yok! Tanrı bizi bütün dinlerden korusun!.. Çorbaya gelince, sıcaktı, suluydu, ama ben çorbadaki tereyağından dolayı çorbayı pek sevmedim, çoklukla sade pide ekmek yedim. Çamlıdere'yi geride bırakıp meşhur Şeyh Ali Semerkandi Türbesi levhası önünde indik. Bu türbeyi de bir türlü göremedim ve umarım bir gün bunun için bir fırsat doğar.
Hava güneşliydi ve rüzgarsızdı, ama soğuktu. Yürüyüş boyunca -3 ve -8 arasında gidip geldi. Tozlukları takıp çam ormanlarına daldık. Yer yer karlı bölgelere geliyorduk; sanki otomatik bir temizleme makinesi ayakkabılarımızı cilalıyordu! Binlerce güneş ışığı, binlerce kar taneciği üzerinde parıldıyor, gözleri kamaştırıyorlardı; bu doğal inciler görsel bir şölen sunuyorlardı. Yahya hocanın "İyi ki geldik" sloganıyla ilerliyorduk. Etkinlikten önce minibüse bininceye kadar geçen süre işkencelidir ve caydırıcıdır; sabah 6.15'te soğukta kalkmak, zorla kahvaltı yapmak, her tür hazırlığı yapıp minibüse binmek... Sonrası ise "iyi ki geldik"e dönüşür, ve insan, "gelmekle doğru yapmışım" der!..
Uzaklardan "sarı kayalar" bölgesini gördük ve hedefimiz orada bir mini zirve yapmaktı. Sağımızda Avdan köyü görülüyordu. Çamlıdere ilçesinin bir köyüdür bu. Çamlıdere'de esasen iyi bir sitede bir ev alınabilir ve Cuma-Pazar arası orada yaşanabilir. Güzel bir şömine ya da soba; pişen kestaneler; camlı bir çatı katı; esaslı bir teleskop; kırmızı şarap ve mumlar ve yıldızlar ve sessiz bir gece ve kayan yıldızlar, dilenen dilekler... Çamlıdere bana hep bu hayali hatırlatır... ve bir hayalin peşinden gerçek gelebilir, gelir, gelsin...
Bu köyün, yani Avdan köyünün komik bir yanı da vardır; köyde ermişler yatarmış ve Osmanlı zamanında bu ermişlerden dolayı köyden bir müddet vergi alınmamış!.. Maneviyatın maddeye saçma bir yansımasıdır bu!.. Tek bir ermiş tanırım ben, o da bilimdir, insan zekasıdır; öteki sözde ermişleri geçiniz!.. Köyün kuzeybatısında Türkiye'nin 23. Tabiat parkı olan Çamkoru bulunmaktadır, ki bizim bugünkü nihai hedefimiz bu parkın göleti civarlarıydı. Yol boyunca 2 yatay 2 dikey, yani T şeklinde duran tavşan ayak izlerine sıkça rastladık. Sarı renkte olmayan sarı kayalara tırmandık; bu andan itibaren kuşburnu ziyafeti başladı. Sarı Kayalar zirvesinden ova manzarası seyrettik. Koca taşları gördük; Müslüm hoca her eve bu taşlardan lazım dedi, sanırım "bouldering" için söyledi bunu!.. Bouldering, yerden fazla yükselmeden kaya tırmanma antremanıdır. Nazım hoca bu işlerin piridir diye biliriz!.. Tek taş görünce, öteki "tek taş" espirileri yapıldı. Tek taş pırlanta yüzük yerine böyle koca bir tek taş alınsa ne romantik olurdunun şakalarının türevleri üretildi, yoksa ben mi ürettim kendi kendime de sanki başkaları üretti sandım!... Donmuş yabani otların güneşteki harika görüntüleri gözlerimizi büyüledi.
Ocak ayındaydık ve yine tek kat içlikle, yazlık şapkayla yürüdüm; sonradan göçmezsek iyidir!.. Yürüyüşün %90'ı böyle geçti; sonlara doğru, güneş batınca hava, soğuk kamçısını vücudumuza indirmeye başladı; gece -10'dan da aşağı inecekti besbelli. Sarı kayalar zirve fotoğraflarından sonra yola koyulduk. Avcılardan ya da eğitim alanından gelen silah sesleri duyduk; "bize ateş ediyorlar ama ıskalıyorlar" türünden espiriler oldu. Mustafa hocanın GPS'ini inceledik; Rıfat hocanın Ünal Kuruyemiş incirlerini ve gün-kurusu kaysılarını afiyetle yedik; Güray hocanın Denizcilerin kulandığı titrek sesli düdüğünü dinledik. Ağaç dallarında yeni dünya meyvesi gibi duran asalakları gördük; itiraf etmeliyim ki ben bunları meyve sanmıştım!.. Kristalleşmiş kar tanelerinin enfes görüntüleriyle tırmandık; yol boyunca sanki sonsuz sayıda konu konuşuldu. Kocaman ayı izlerinin olduğu karlı bir yoldan geçtik; ayının ayak izlerindeki pençeler rahatlıkla seçilebiliyordu; tam bir ayı gibi yürümüştü!..
Bir güneşe çıkıyor, bir gölgeye dalıyorduk; bir cennete, bir cehenneme!.. Çantamızdaki termosun sularının monoton sesleri kuş seslerine karışıyor, uyku verici bir ninni etkisi yaratıyordu. Dalların arasından güneşin kaçamak bakışlarıyla gözlerimiz kamaşıyordu. Halen yeşil olan yapraklar, ölümle özdeşleşmiş kışa inat yaşamı bütün canlılıklarıyla temsil ediyorlardı. "Biz ölmedik, ölmeyeceğiz," diye haykırıyorlardı bu yeşil yapraklar. Onlar, direncin ve azmin kahramanlarıydılar ve soğuğa ve her türden olumsuz koşullara rağmen karşı dimdik ayaktaydılar, yemyeşildiler.
Dalların arasından geçerken sanki dikenli görünmez eller bizi yakalıyor, "Dur hemen gitme, biraz laflayalım ne olur!" diyorlardı; kabul etmeyince bizi tırmalıyor, vücudumuzu kanatıyorlardı. Ben bu kez 3 pet şişe almıştım yanıma; onları yün çoraplara geçirip, polarlı kılıfa yerleştirdim ve de içlerine de ılık su koydum. Sabah 7'de koymuştum. 10.05'de başlayıp 16.15'te biten yürüyüşümüzün bitişine yakın zamana dek içilebilir ılıklıkta kaldılar. Böyle yapmayınca su buz kesiliyor ve içilmiyor.
Bir vadi, bir tırmanış derken yemek molası verdik. Ülkü, etkinlikteki tek bayan olmanın avantajıyla Çorba gibi ikramlarla "pozitif ayrımcılığı" yaşadı. Ben, patates domates vs her zamanki menümü hallettim! Mola verdiğimiz yer hem manzara açısından harikaydı ve hem de hava açısından! Sıcaktı, rüzgarsızdı. Burada Olcay, "Jale yokken yemek listem gizli kalacak" tarzında bir şey söyledi ve gerçekten de gizli kaldı; Tahsin hoca o an itibariyle Jale-Şule'yi arayarak gerekli malumatları verdi. Şişkin midelerle buzlanmış dereler geçip tırmandık; ekip kondisyonu gayet iyiydi. Bir karayoluna paralel yürüyerek Çamkoru tabiat parkına girdik. Sarı çamlar diyarından geçtik. Yarı-buzlu göletten minibüse gittik! 15 km yürümüştük; etkinlik 6 saat sürmüştü. Sevimli bir köpeğe rastladık. Erol hoca köpeklerle iyi anlaşıyordu; sanırım bunun sırrı onlardan hiç korkmaması ve ona her zaman iyi davranacaklarına olan kesin inancıydı!.. İnsan bir şeye hiç şüphe duymadan inanırsa, onu gerçeğe dönüştürebilir, ama asla şüphe duymamalı!.. Çay ve esnetmeyle birlikte yürüyüş tamamlandı. Çamkoru Tabiat Parkı içinde bir izcilik kampı da varmış, Harun hoca bir zamanlar bu izciliğe takılmış...
Bugün yine Doğa'nın İmparatorluğu'ndaydık. Kurtların, çakalların, tilkilerin, tavşanların ve yaban domuzlarının, alabalıkların ve geyiklerin dünyasındaydık. Bu olağanüstü dünyaya girdik ve çıktık, orayı kirletmemek için hep böyle yapılmalı; oraya girmeli ve çıkmalı!..
Yazımı yine bir müzikle sonlandırıyorum; bu kez bir Türk sanatçının müziği; hep yabancılarınkini koya koya bizi de yabancı sanmasınlar; Türküz; tabii bilimsel olarak da maymunuz, daha geriye gidersek Kuyruklu yıldızla gelen bir bakteriyiz; hepimiz bakteriyiz, hepimiz molekülüz, bir meçhulün içindeki meçhulleriz! İşte Kazım Koyuncu, Ella Ella; arabada benim sürekli dinlediğim bir parçadır bu ve arabayı hızlı sürmeme neden olan bir parçadır:
Mehmet Murat ildan