Saturday, December 25, 2010

Soğuksu-Doğanözü Yürüyüşü


Bugün 26 Aralık 2010 Pazar günü. 5 gün sonra bu yıla veda edeceğiz ve tabii bu yıl da bize veda edecek; karşılıklı bu vedalaşmadan sonra, eğer ileride bir 'zaman makinesi' icat edilmezse bu yılı bir daha hiç göremeyeceğiz!.. Ama güzel anılar, her şeye rağmen bizi geçmişe bağlayacaklar, ve geçmiş olan, biz yaşadığımız sürece hiçbir zaman bizden tamamen kopup gitmeyecek; her fırsatta bizi alıp geçmiş anılara götürecek; insan zaten ya geçmişte yaşar ya da gelecekte!.. Zen ustaları ise herkesi bugüne davet ederler.

Ankara Dağcılık Kulübü'nün bugünkü etkinliğine, Tahsin hocanın Karaman-Ermenek'ten misafirleriyle birlikte 9 kişi katıldı. Başlangıçta liste 10 kişiydi; Jale, bu haftayı zorunlu dinlenme şeklinde geçirdiğinden gelemedi. Nazım hoca da "Bel dinlendirmesi" kapsamında bir süreliğine "light yürüyüş" gruplarına transfer oldu. Birazdan bu etkinliğe dair ayrıntıları aktaracağım. Etkinliğin fotoğrafları da aşağıdaki linktedir.



26 Aralık Mao Çe Tung'un doğum günüdür. 117 yıl önce doğmuş; "Ben, Çin'in Atatürk'üyüm" diyen bu yaman devrimcinin güzel bir sözüyle yazımın resmi açılışını yapayım: "Yüz çiçek yan yana açsın, yüz fikir birbiriyle yarışsın!"


Yürüyüşlere bir süre ara veren Müslüm hoca yeniden operasyonlara başladı. Geçen sene Doğanözü yürüyüşünü 29 Mart'ta yapmıştık ve ben köy odasındaki sıcak sobayı, o acılı turşuyu ve güzel bahar çiçeklerini halen bütün canlılığıyla hatırlıyorum!.. Soğuktan sonra sıcak her zaman harika bir duygu verir insana; karların içinden çıkıp bir kaplıcaya girmek gibi hoş bir duygudur bu. Mevlana Lokantası'ndaki klasik molamızdan sonra Kızılcahamam'ın içine girdik; pazar yerinde Müslüm hoca akşam yenilmek üzere bazlama ve peynir aldı. Yürüyüşümüz volkanik bir sahadan, yani Soğuksu Milli Parkı'ndan, bir çeşme başından, Atatürk'ün "Bu yurt köşesinde mutlusunuz, Kızılcahamamlılar," sözünün yazılı olduğu tahta levhadan başladı. Parkın ismi Soğuksu, ama bu bölgede pek çok sıcak su kaynağı da var. Felaketler, güzellikleri de yaratırlar; volkanlar ve depremler olmasaydı kaplıcalar da olmazlardı!..


Sabah ilk kez, benim bindiğim duraktan 7.40 yerine 8 civarında yola çıktık. Bu gecikmeyle birlikte Mevlana lokantasında pek çok trekking grubuyla karşılaştık. Normalde Ankara'dan en erken çıkan grup ADK Dağcılık grubudur; dağ tırmanışlarında da keza ADK en erkencidir, yıldızlar henüz gökte parıldarlarken çıkar. Bugünkü gecikme iyi oldu, çünkü dostlara rastladık. Bunlardan biri de Muharrem hocaydı; Mustafa hoca da kendi arkadaş ekibiyle oradaydı.


Ankara'dan Kuzeybatıya çıkmıştık; yürüyüşümüzü ise genel manada Güneybatıya doğru yapacaktık. Hedefte Karacaören, Saraycık ve nihayet Doğanözü vardı. Bu en sondaki köy Güdül yoluna yakındır. Geçen seneki rotayı izlemedik. Geçen sene Eskice ve Sazak köyleri üzerinden rota yapıp Davutlar'a geçmiştik. Bu kez Soğuk su Milli parkından çıkışa geçtik. Kamp yapan birilerinin çadırını ve bir şelaleyi geçerek tırmanmaya başladık. Ormana girer girmez sıcaklık arttı. Polarlar üzerimizden çıktı; kalın polar eldivenler yerlerini iç eldivenlere bıraktılar, ki onlara bile gerek yoktu. Aralık sonunda tek kat içlikle gayet rahat bir şekilde yürümeye başladık. Millet marka yeni aldığım "yumuşak kabuk" (Softshell) ceketimi ya da "rüzgar durdurucumu" (Winsstopper) giyme fırsatını dahi bulamadım!.. Bazen Olcay,"Hava kararsa da kafa lambamı kullansam," derdi; ben de şimdi "Rüzgar çıksa da yeni ürünü bir denesem" diyordum, ama olmadı. Yer yer karlı ve yer yer çamurlu zeminde ilerledik. Ayakkabılar bir çamurlanıyor bir pırıl pırıl temizleniyorlardı.

Kara çamlar, Göknarlar, Sarı Çamlar, Meşeler sıklıkla karşımıza çıktılar. Erol hoca uzun zamandır yürümediği için epeyce hevesliydi. Ben, Şule ve Erol hoca, üçümüz de aynı pantolonu giyiyorduk; bu High Mountain (Yüksek Dağ) marka pantolon gerçekten sıcak tutan ve çabuk kuruyan pek faydalı bir şey!.. Erol hocanın zamanı olursa K2 dağına da bu pantolonlarla çıkacağız; ah bir zaman olsa, Dünyanın 2. büyük dağı K2'nin işini oracıkta bitireceğiz!..
Yaban hayvanlarını gözetleme kulesinde bayraklı fotoğraf çektik. Bu yüksek köşkler gerçekten etrafa çok hakimdirler; orada iyi "zoom"lu bir makineyle sabırla oturulup çekirdek çitleyerek beklense pek çok yaban hayvanı gözlemlenebilir. Zaman zaman minik tatlı derelerden geçtik; tek kata rağmen terledik; ben yazlık şapkayla terledim!.. Artık bütün yürüyüşlerimizin temel gıdası olan kuşburnundan yol boyunca yedik. Meşhur sloganlardan "Yiyin gayri," lafı sıkça edildi!.. Doğanın bu kırmızı hediyeleri, belki de Noel babanın bizlere bir Yeni Yıl armağanıydı!..

Uzaklardan Davutlar köyünü gördük. İlk durağımız olan Karacören köyü, Soğuksu'dan 9 kilometre uzaktaydı. Güzel bir tempoda bu köyün yakınlarına varıp 1 km daha yürüyerek gölete geldik. Saat sanırım 13.00 civarlarıydı. Gölet yarı buzluydu ve biz de yarı açtık; tozluklar yarı çamurdu; her şey yarımdı, yarıydı sanki!.. Yol boyunca Tahsin hocanın çikolata ikramı oldu; birkaç çikolata da Erol hocadan geldi. Ben yemedim. Tahsin hoca da her seferinde, "Aman yeme, kilo alırsın, Murat" diye takılıyordu; halbuki ben dünyayı yesem yine de kilo almam; yani galiba, sanırsam!.. Benim öğle menümde küçük 1 turp, 1 haşlama patates, 1 yumurta, 1 domates, 1 muz, 1 elma ve birkaç da sigara böreği vardı; artık yürüyüşlerde ekmeği tamamen kaldırdım!..
Harun hocanın diske kaydetmeyen fotoğraf makinesini ve 50 liralık Laken termosunu konuştuk; suyun sıcaklığını parmağımla ölçtüm; epeyce ılımış; çok daha sıcak olmalıydı! Ona 35 liralık Primus marka termos önerdim. Ben bu kez getirdiğim her şeyi yiyip bitirdim, ne varsa silip süpürdüm; Beypazarı menşeili cevizli sucuk da, antep fıstıkları da dahil; amacım ağırlığımı azaltmaktı!.. Aralık sonundaydık ama sırtımıza vuran güneş bizi yakıyordu; küresel ısınmanın bir palavra olmadığı kanısı artık iyice yerleşiyordu zihnimize!.. Palavra olmayan bir şey daha vardı: İnsanların ahmaklıkları, açgözlülükleri; doğayı katletme ahlaksızlıkları; çevreye karşı, doğal güzelliklere karşı öküzümsü ve mandamsı duyarsızlıkları!..


20 dakikalık bir yemek molasından sonra yola koyulduk. Yalnız başına dolaşan koca ayaklı bir kurdun izine rastladık. Onu görebilseydik muhteşem olacaktı; ama hayal gücümüzle de olsa onu canlandırdık; bu gizemli yaratıkları konuştuk. Müslüm hoca Kuzey Yarımkürede güneş hangi saatte hangi yönde olur şeklinde bir bilgi verdi ama ben unuttum! Şule mutlaka hatırlıyordur, esasen çok faydalı bir bilgiydi ve onu bir ara yazılı olarak alırsak iyi olur; benim hafızam iyi olmadığından yazılı olarak okumam daha uygun oluyor benim için.


Yeni filizlenen kar çiçeklerinin yanlarından geçtik; çakmak taşlarının (silex) olduğu bir yola girdik. Birkaç kişi buradan hatıra taş aldılar. Bunlara ateş taşı da derler ve hoş bir sözcüktür bu. Demire sürerseniz ateş çıkarırlar; minnacık bir parça dahi yüzlerce kez çakabilir; ama her çakışta ölürler, erirler; öfkeli insanlar da böyledir; her çakışta kendilerini eritir, kendilerini öldürürler!.. Bize gereken şey bir Budist sakinliği ve bir Budist bilgeliğidir; acı da neşe de, keder de mutluluk da gelir geçer; acının da neşenin de, kederin de mutluluğun da karşısında aynı şekilde, aynı dinginlikte durmak... Bu bir Budist duruşudur; benim sevdiğim ve saygı duyduğum bir duruştur...

Taşları da geride bırakarak Saraycık köyüne girdik; şimdiye kadar 15 kilometre yürümüştük; burada çitlerin üzerlerine konmuş yüzlerce pet şişe gördük ama dekorasyon amaçlı mı, kuşları kaçırmak için mi yoksa başka bir amaç için mi olduklarını anlayamadık. Belki de köyün delisi yapmıştı onları!.. Bazen karmaşık görünen şeylerin çok basit açıklamaları olur; ben genelikle en karmaşık açıklama neyse onu düşünürüm.
Saraycık Köy Konağı'nda oturduk; bu civarda ben çok güzel bir çiçek resmi çektim ve bu yazının en üstüne yerleştirdim. Köylerde yaşam zordur; insanlar "survival" (ölüm-kalım; beka) olayıyla ilgilenirler, köylüler genellikle estetikle ilgilenmezler, yaşam zordur; ama bir köy evi bahçesinde bu güzel çiçekler ekilmişlerdi ve ben de içimden bu evin sahiplerini tebrik ettim. Zorluğun içinde estetiği ve sanatı gördük mü iyice kutlamak gerekir. Tavukları ve köyü geride bırakıp, minik mantarların üzerlerinden Doğanözü'ne doğru inişe geçtik. Bu rotayı beğendim; oradaki kapalı ve uzun vadiye de bir gün dalmak gerek!.. Hoş bir sakinlik vardı; neredeyse rüzgar sıfırlanmıştı, çünkü ben "rüzgar durdurucu" almıştım ve Tanrı bana bir şaka yapıyordu, sana bugün rüzgar yok Murat diyordu!.. Fakat Tanrı iyi bir dosttur; bugün vermezse yarın verir!.. Köye yaklaştıkça soba hayalimiz yükseldi.


Nihayet Doğanözü köyü uzaklardan göründü. 18 kilometre civarı yürümüştük; Cafer Ünlü ve Meral Ünlü iyi bir performans göstermişlerdi; Sultan da ayakkabı sorununa rağmen pek zorlanmadı. Saat 16.15 civarı, hava kararmakta iken yürüyüşü tamamladık.


1951 yapımı Köy Konağı'na esnetme hareketlerinden sonra girdik. Ahmet hoca sobayı kızdırmıştı; kestaneler çıtır çıtır ses çıkarıyorlardı; kokuları her yere yayılmıştı; sobanın üzerindeki bir tencere içinde taze ve sıcak süt de vardı; sütün üzerindeki kaymak parıldıyordu ve bizim de ağzımız sulanıyor, gözlerimiz pırıldıyordu!.. Tahsin hoca süt servisi yapma işini üstlendi ve bu taze sütten zevk alarak içtik. Çok güzel bir tadı vardı; şehirde böyle süt içmenin imkanı yoktur; keşke her gün böyle doğal süt içebilsek. Köy muhtarı İlhan bey yoktu; anahtar da köy sakinlerinden Cafer beyden alınmıştı; kısacası koca konak odasında biz bizeydik, yalnızca ADK ekibi. Müslüm hoca bazlamalara peynirleri yerleştirip sobaya sürdü; kestane, süt, çay ve bazlama çok lezzetli oldu ve emeği geçenlere teşekkür ettik. Güzel bir etkinlik oldu; doğada geçen her saniye insanoğlu için bir kardır, bir kazançtır...


Yazımı yine bir müzikle bitiriyorum: Blue Christmas; Hüzünlü Noel!




Yeni yılda herkesin "iyi" ve "doğru" olan, ama yalnızca "iyi" ve "doğru" olan bütün hayallerinin gerçekleşmesi dileklerimle... Mutlu Yıllar...

Mehmet Murat ildan