Saturday, July 10, 2010

Gürleyik Keşif Gezisi



Halk şairi Yunus Emre'nin doğumundan 770 yıl sonraki yılın, yani 2010 yılının 10 Temmuz Cumartesi günü, Gürleyik Köyü taraflarına 4 arkadaş bir "ön keşif" gezisi yaptık. Etkinliğe Nazım hoca, Jale, Şule ve ben katıldık. Yaz dönemi rehavetini dinamizme çevirmenin en iyi yollarından biri seyyahlıktır.





Bu blog yazımda bugün gördüğüm yerlere dair gözlem ve düşüncelerimi, duygu ve yorumlarımı ve elbette eleştirilerimi yazmak arzusundayım; bu bölgeyi henüz görmemiş olanlara da bir "ön bilgi" sunmuş olmayı umut ediyorum.




Sabah 8.47'de özel araçla Polatlı yönüne doğru hareket ettik. Bu yol üzerinde oldukça sık radar denetimi yapıldığından hızımız 100'ü pek geçmedi. Burada denetimin amacı elbette insanların hız yapmalarını engellemek, onların hayatlarını korumak değil; devletin onlarca yıldır soyulmakta olan kasasına para aktarımı yapmaktır. Ankara'nın Sincan ilçesine bağlı bir mahalleye dönüştürülmüş olan Temelli'den geçerken yakınlardaki gölette Tahsin hocaya uygun mangal yerlerini göz kararı saptadık.




Ankara Polatlı arası 76 km'dir. Buradan, Yassıhöyük köyünde bulunan antik Gordion şehrine geçtik. Gordion, Polatlı'dan 22 kilometre uzaklıktadır. Friglerin ilk kralı Gordios'un adının verildiği bu antik kentin kuş cıvıltılarıyla dolu müzesini, yöreye ait bitki türlerinin bulunduğu hoş kokulu bahçesini ve efsanevi Kral Midas'ın serin mezarını gezdik. Efsaneye göre bu kralın dokunduğu her şey altına dönüşürmüş; kral da bundan memnunmuş, ta ki yiyeceği şeylere dokunduğunda onların altına dönüştüklerini görene dek!.. İnsanın para hırsının er ya da geç duvara toslayacağını bize anımsatan hoş bir anekdottur bu. Bu mezar 1900'lü yıllarda demiryolu yapılırken Avusturyalı bir mühendis tarafından keşfedilmiştir; ileride yazacağım, Yunus Emre'nin mezarını da yine bir yabancı tesadüfen bulmuştu. Arkeolojik keşiflerin epeyce bir kısmı tesadüfi keşiflerdir. Bazen bir atlı, bir çöl Bedevisi atla giderken yol çöker ve oradan bir tarih çıkar; Mısır'da bu tür keşifler çok olmuştur.



Kral Midas'ın mezar odasındaki ahşapları ilgiyle izledik. 2695 yıllık bu ahşaplar çürümesin diye özel bir teknik kullanılmış. Burada fazla zaman harcamadık; Zonguldak'tan gelen işçilerin açtıkları loş dehlizlerden güneşli dünyaya çıkıp yeniden 22 km geri giderek Ankara-Sivrihisar yoluna girdik. Böylece başlangıç olarak 120 km yapmış olduk.





Uzaklardan, Polatlı'nın simgesi olmuş Sakarya Zafer Anıtı'nı gördük; Sakarya Meydan Savaşı'nda ölenlerin anısına yapılmış trajik bir anıttır bu. Eğer bu ülkede özgürce dolaşıyorsak, bu isimsiz kahramanların canları uğruna verdikleri çabaların sayesindedir bugünkü hürriyetimiz, kıymetini asla bilmediğimiz bağımsızlığımız.



Güzergah üzerinde Alagöz Karargah Müzesi vardı, ancak oraya başka bir zaman gitmeye karar verdik. Nerede gizemli bir levha görsem, oraya sapıp gitmek, bilinmeyeni bulmak, kafada karanlıkta olanı aydınlığa kavuşturmak benim hoşuma gider. Bu Alagöz Karargah Müzesi levhası da böyledir. Sakarya savaşında düşman, Polatlı yakınlarına ulaşmış ve Batı Cephesi Komutanlığı, Alagöz köyünü karargah yapmıştır. Atatürk, 13 Eylül 1921 tarihine kadar devam eden savaşı o köydeki bir çiftlik evinden idare etmiştir; kısacası, görülmesi gereken, görmemiz gereken bir yerdir; maziye aittir, ama gelecek mazi üzerine kurulmuştur. Mazi, hiçbir zaman mazi değildir; her zaman bizimledir; bizi biz yapan odur, geçmişin ta kendisidir. Bizim ulaştığımız yer neresiyse, biz oraya mazinin basamaklarıyla çıkmışızdır ya da inmişizdir.



Polatlı'dan 45 km daha gittikten sonra sağa saparak Mihalıççık yol ayrımına girdik. Buradan itibaren 27 km sonra Yunus Emre beldesi vardır. Yol boyunca sararmış buğday tarlaları gördük; geniş biçerdöverleri yollarda zar zor geçtik; Afyon yakınlarında görmeye alışkın olduğumuz mermer ocaklarını bu kez Mihalıççık yol ayrımından sonra sıkça görmeye başladık. Bazı dağlar tamamen mermerdiler; bu mermerden dağları görmek beni şaşırttı. Şaşırtmayan şey ise yolda rastladığımız ince uzun zarif leyleklerdi. Ağaçsız çorak yolda zaman zaman Fazıl Say, bazen Nilüfer, bazen de Sezen Aksu dinleyerek ilerlerken taş ocaklarına da rastlıyorduk. Aracın klimasını bir açıp bir kapatıyorduk; ben genellikle kapatıyordum, çünkü klima boğazı şişirebiliyordu!..




Bu yol müthiş ıssız ve sessizdi; yolda kalınmaması gereken bir yerdi; arabalar ender olarak görünüyorlardı. Karacakaya Kral Mezarı levhasını geçtik. Buralar Frigyalıların bölgesiydi; tarihin derinliklerindeki sayfalarda bir zamanlar boy göstermiş bu esrarengiz insanları düşünerek yol aldık.





Acıktığımızda Haşhaşlı ekmek, kıymalı börek ve muz yiyorduk. Kıymalı börekler oldukça lezzetliydi ve çok makbule geçti. İlerledikçe ağaçlar çoğalmaya başlamışlardı. Meşe ağaçları hoş bir görüntü farklılığı yarattılar; çoraklıktan yeşilliğe, ölümden yaşama geçtik. Düz yol virajlanmış, yılanlaşmıştı artık; kıvrıla kıvrıla ilerliyorduk. Yüzlerce çam ağacı gördük; bunlar "dikme-yetiştirme" ağaçlardı ve gelecekte büyük bir ormana dönüşeceklerdi. Yükseklerden Yunus Emre beldesi göründü; aşağıya inişe geçtik. Bir süre sonra külliyeye vardık.


Külliye, Sarıköy tren istasyonuna ve meşhur Porsuk çayına oldukça yakın bir yerdeydi. Külliye'nin geniş bir avlusu var ve bu avlunun bulunduğu yerde taştan yapılma hoş bir Selçuklu camisi mevcut. Mekanda tatlı bir huzur, zihinleri dinginleştiren, ruhları yatıştıran bir atmosfer dikkatleri çekiyordu; karga sesleri duyuluyordu; hafifçe esen serince bir rüzgar vardı. Ben karga seslerinden rahatsız olmam ve hatta severim. Polatlı'yı gezenler bilir, oranın şehir merkezindeki ağaçlarda da çok sayıda kuzgun (karakarga) olur.


Göçmen gibi bir kadın Külliye'nin kapısında bizleri karşıladı, biraz kulaktan dolma bilgiler verdi. Kültür evinden içeri girip dolaştık, odalarda bağdaş kurup oturduk, üç-beş saniye tespih çektik. Yandaki müzeyi de, anahtar getirtip açtırıp gezdik. Müzedeki bir fotoğraf hoşuma gitmişti. 1949 yılındaki bir halk topluluğu fotoğrafıydı bu; insanlar şimdikinden daha modern görünüyorlardı sanki! 1949 yılının Mayıs ayının 4. günü orada 15 bin kişilik bir kalabalık toplanmış ve Yunus Emre'nin naaşı 2. mezara nakledilmiştir.




Bir sevgi insanı olan Yunus'un Türkiye'nin değişik yerlerinde 7 ayrı mezarı vardır, ama gittiğimiz yer muhtemelen onun gerçek mezarıdır. Yunus Emre beldesine eskiden Sarıköy deniyormuş. Mezar, demiryoluna yakın bir yerde bulunmuş. Küçük bir avlunun içindedir bu mezar. Yunan işgalinde yıkılınca 1949 yılında demiryolundan biraz daha uzağa, 2. mezara alınmıştır. Sanırım demir yolundan gelen kıvılcımlardan dolayı da birkaç kez otlar tutuşup yangın çıkmış; o yüzden 2. mezar yerine taşımışlar. 1970 yılında ise naaş 3. mezara nakledilmiştir. Bu 8 sütunlu türbe mezarın üzerinde Yunus Emre'nin 3. mezarı yazısını okuduğumda önce ne olduğunu anlayamamıştım. Umarım 4. mezara nakil olayı olmaz!.. Mezar taşında Yunus'un yaşam felsefesi olan şu yazı yer alır:


"Gelin tanış olalım,
İşi kolay kılalım,
Sevelim sevilelim,
Dünya kimseye kalmaz."


Yine bir başka dörtlük:


"Cümleler doğrudur
Sen doğru isen,
Doğruluk bulunmaz,
Sen eğri isen."


Yunus'un özelliklerinden biri de Arapça ve Farsça varken halk dilini kullanmış olmasıdır. Buradaki gezimizi ve incelemelerimizi tamamlayıp Porsuk çayı üzerinden geçerek Mihalıççık'a hareket ettik. Etkinlik boyunca Nazım hoca Video çekimi yaptı; Videoyu gören köylüler "Hangi kanalda çıkacağız!" havasına kapıldılar. Herkesin ruhunun içinde "ünlü olmak" arzusu var gibiydi; meşhur olmanın trajedilerine dair akıllarında hiçbir ipucu yoktu; şöhretin çirkin yüzünü görecek gözlere henüz sahip değildiler!.. Ah, bir fırsat bulabilseler de ünlü olabilselerdi, ne müthiş bir mutluluk yaşayacaklardı!.. Taptuk Emre'nin öğrencisi Yunus Emre'den sonra 24 km daha gittik. Ankara'dan itibaren toplamda 215 km yapmış olduk. Gezimizin bir noktasında nihayet ünlü olmak istemeyen akıllı küçük bir kıza rastladık. Ben fotoğraf çekerken şapkasını indirdi ve çekime kesinlikle izin vermedi; herhalde ünlü olmaktansa gizli saklı kalmanın güzelliğini bilinçsizce hissedebiliyordu!!.. Anneannesinin bütün ısrarlarına rağmen şapkasını açmadı; minik elleriyle şapkasına sıkı sıkıya sarıldı, ama yine burada, bu bloglarda boy göstermekten kurtulamadı!..




Yollar güzel ve çukursuzdu; şehirlerin çirkin kalabalıklarından, alışveriş merkezlerinin boğucu ve yapay havasından uzaklaşıp sonsuz bozkırlarda; buğday, arpa ve pancar tarlalarının arasından süzülerek ilerlemek gerçek özgürlüğün tadının ne olduğuna dair ip uçları verebiliyordu insana. İnsan, şehirde, beton binaların kıskaçları arasında özgür olamaz; özgürlük yalnızca doğadadır; sonsuz ufukların, engin kırların olduğu yerdedir hakiki hürriyet.


Sündiken dağları üzerindeki Mihalıççık ilçe merkezine ilerlerken sağda kiraz bahçeleri gördük. İlçedeki bir adam bize bir lokanta tarif etti, ancak orayı beğenmeyip bir başkasına baktık, onu da beğenmeyip ona yakın bir yerde, Buket lokantasında yemek yedik. Yemekte mercimek çorbası, çoban salatası, kişi başı 2 ızgara köfte ve yağlı yoğurt yedik. Pazardan "kurtsuz" kiraz ve "iyisinden" armut, marketten ise soğuk su ve eriyen plastik bardak aldık.



Şehrin ismi Köse Mihal'den geliyormuş. Gazi Köse Mihal bir Rum beyi (Mikhael Kosses). Vaktiyle Orhan Gazi ile savaşıp yenilmiş, sonra Orhan Gazi ile dost olmuş. Vefat edince Orhan Gazi ilçeyi alıp Mihal oğullarına vermiş. Köse Mihal'in küçüklüğü Mihalıççık'ta geçtiğinden dolayı küçük anlamında Mihalıççık denmiş. Oradaki lokantacıya sorduğumuzda ise şöyle demişti: Rum komutan Mihalıç köye gelmiş ve halk bağırmış: Mihalıç Çık dışarı, Mihalıç Çık dışarı! Tabii bu uydurma bir açıklama. Yukarıdaki çok daha mantıklı görünüyor. Tabii en doğrusu nedir bilemem; kendim oturup araştırmam gerek ki ancak Mihalıççıklı olsaydım ve üşenmeseydim bunu yapmayı belki isteyebilirdim.


Mihalıççık'ın kuzeyinde Nallıhan ve Sarıyar barajı var. Yeniden yola koyulduk; kiraz ve elma bahçelerini uzaktan seyrederek ilerledik. Mihalıççık'tan sonra şaşırtıcı bir biçimde ormanlık bir alan başlar. Sündiken Dağları'nın üzerindeki 1550 rakımlı Kartal Geçidi'ne geldiğimizde Temmuz ayında harika bir serinlikle karşılaştık. Burada pek çok yürüyüş parkuru gözle görülebiliyordu. Yani orman içi ticari yollardan birine girip çam kozalarının harika kokuları eşliğinde 4 saat kadar gidip sonra yine aynı yoldan geri dönerseniz 8 saatlik orman-içi güzel bir parkur ortaya çıkar.


Bu yol güzergahında, kekik kokulu Sündiken ormanlarından geçerken dönüşte ciddi bir kaza tehlikesi de atlattık. İçi adam dolu bir minibüs, büyük bir hızla keskin viraja girdi; biz de aynı anda o viraja girmek üzereydik; minibüs viraja hızlı girdiğinden dolayı tamamen bizim şeride girdi, virajı dışardan aldı; biz ancak sert bir fren yapıp sağdaki uçurumu sıfırlayacak biçimde sağa kaçıp durarak çarpışmaktan son anda kurtulduk. Sadece fren yapıp dursak da sağdaki uçuruma doğru kaçmasaydık yine çarpışacaktık. Klasik söz olan "Verdiğimiz bir sadaka varmış" sözünü söyledik, ki yolda Şule sanırım Mihalıççık Pazar yerinde 50 lira düşürmüştü. Böylece bu parayı, espiriyle karışık olarak kazadan kurtuluşumuzun bedeline saydık ve para iyi ki düşmüş dedik!.. Kazaların sebebi çoğunlukla ya cehalettir ya da "karşıdan nasılsa araba gelmez" varsayımına dayanan bir "über-ahmaklık" ve başkalarının hayatıyla kumar oynama karaktersizliğidir. Bu kaza tehlikesi biraz nabız sayısı artışı ve stres yarattı ancak bir süre sonra yeniden gezi havasına döndük.



Mihalıççık'tan sonra ilk önce Lütfiye köyü görülür. Daha sonra çömlekçiliğiyle ünlü Sorkun köyü vardır. 800 yıllık bir gelenektir bu çömlek yapım işi; köy halkının tamamı çömlek yapar. Biz bu köyden geçerken durduk ve kızıl toprakla çömlek yapan 2 teyzeyle bir süre sohbet edip sıcak çömleklerden çıkan gizemli dumanları izledik. Teyzelerin fotoğrafları çekilirken biraz utandılar, ama gülüşüp kıkırdadılar da!.. Yine, bir alt-kültür gerçeği olan "Artist olma" duygusu hakimdi burada da ve her yerde ve her zaman ve her çağda ve her yaşta ve her koşulda ve her daim!.. Sorkun'dan sonra Dinek beldesi yer alır. Gürleyik'e yaklaşırken uzaklarda Arizona ya da Büyük Kanyon tarzı bir dağ görünür. Yolculuğun bu kısmı boyunca hep Sündiken dağları vardır; yollar virajlı ve yukarıda da yazdığım gibi yer yer tehlikelidir, dalgınlığa gelmez; böyle yerlerde dalgınlıkla ölüm kardeştirler; arabayı kullananın dalgınlık yapma lüksü yoktur.


Mihalıççık'tan 25 km ötedeki Gürleyik köyüne vardık; buraya gelmeden önce ormanın içinden Sarıyar barajı da uzaklardan görülebiliyordu. Vadiye vardığımızda toplam 240 km yol yapmış olduk. Gürleyik; Karadeniz'in yeşilliklerini biraz olsun anımsatır. Köyün girişinde bir köprüden geçilir; Gürleyik deresinin görüldüğü ilk nokta burasıdır. Bahar ve sonbaharda bu dere gürlermiş ve adı da buradan gelirmiş. Değirmen Mevki denilen yerde durduk. Gürleyik Değirmenini gezdik; burada hoş bir un kokusu vardı; un ve hamur kokusunu çok severim.



Değirmen Mevki girişinde "Su gibi aziz ol, bu davada bizimle ol." yazısı vardı. Dava, HES davasıdır!.. Gürleyik çayına hidroelektrik santrali yapılmak istenmektedir. Antiemperyalist ve solcu bir film olarak da nitelenen Avatar filminde doğaya inanan Avatarlardan esinlenen Gürleyikliler kendilerine Gürleyik Avatarları demişler ve HES'e karşı mücadeleye girişmişlerdir. Kültür Bakanlığı uzmanları Gürleyik'i incelemişler, burayı sit alanı ilan etmişler ve HES de iptal edilmiştir. Bu dediğim olay sanırım bu Temmuz ayı içinde gerçekleşmiştir. HES'ler ekosistemi bozarlar ve bunların yapımlarında çok ayrıntıcı, çok dikkatli olmak gerekir. O yüzden evde fazladan lamba yakmamak gerekir; enerji ihtiyacımızı azaltırsak daha az HES yapılır!.. Her şey bizim elimizdedir; bu ülke tamamen orman veya tamamen çöl olabilir; bu, bizim elimizdedir; geminin kaptanı biziz, bizim aklımızdır, bizim mantığımızdır!..


Kültür Bakanlığı bu bölgeyi koruma kararı almışsa bunu takdir etmek gerek. Sit alanlarını korumak için daha fazla bütçe de gerekli elbette. Bunun yolu ilk aşamada çok kolaydır. 100 bin imam, 100 bin cami gibi saçma ve gereksiz, ülke kaynaklarını boş ruhani işlere harcama hedefine kilitlenmiş görünen Diyanet'in 2010 bütçesi 2.7 katrilyondur; bu, bir ülke için bir utançtır. Başka ülkeler için de bu yargı geçerlidir; yani hangi ülke ruhani işlere, din işlerine para akıtıyor ve ülke kaynaklarını böyle çarçur ediyorsa bu durum o ülke için gerçek bir utançtır; henüz yeterli okulu olmayan, henüz yeterli hastanesi, yeterli üniversitesi olmayan bir ülke için öteki alanlara harcanan her bir kuruş o ülke için en büyük kara lekedir.


Kültür Bakanlığı'nın tam rakamlarına bakmadım ama 700 trilyon civarında bir şeydi. Diyanetin bütçesini ilk aşamada 300 trilyona indirip oradan kalan parayı Kültür bakanlığına, Milli Eğitim Bakanlığı'na vermek gerekir. Bir ülke, imamlar, rahipler ve hahamlar olmadan, dinsel kurumlar ve törenler olmadan, kutsal kitaplar olmadan yaşayabilir, gayet de rahat ve huzur içinde yaşayabilir; onlara hiç ihtiyaç yok; ama doğası olmadan, geçmişten bize kalmış kültürel mirasları, ormanları, harabeleri, kıyıları, bütün doğal güzellikleri korunmadan, insanları eğitilmeden, çölleşmiş doğa ve cahilleşmiş zihinlerle dolmuş bir şekilde, aptallaşmış ve dogmatikleşmiş bir şekilde yaşayamaz; daha doğrusu yaşar, ama ona "modern insan" denmez, "ilkel insan" denir; o ülkeye de "modern ülke denmez, "Ortaçağ ülkesi" denir. Aynı şey, yani dine, dinsel kurumlara para akıtma olayı eğer İngiltere'de de varsa, ABD'de varsa orası da "modern ülke" olamamış demektir. Türkiye, önceliklerini değiştirmelidir. Memleketin ve hatta dünyadaki bütün ülkelerin en büyük sorunu yanlış önceliklerde, yanlış şeylere öncelik vermekte düğümlenir; bu düğümü çözmenin yolu öncelikleri değiştirmektir. Öncelik bilimdedir, doğadadır, eğitimdedir, okuldadır, hastanededir. Memlekette 1000 tane hastane varken, 100 bin cami yapamazsınız; önce 100 bin hastaneniz olacak, önce 100 bin kaliteli laik okulunuz, yüzbinlerce kaliteli bilim adamınız olacak!.. Öncelik bunlardadır.


Değirmen Mevkii ile Gürleyik çayının kaynağı arasında 4 kilometrelik kısa bir mesafe vardır. Biz, köyün kahvehanesinin hemen yanındaki yoldan sola dönüp 2 km kadar ilerledik. Tek şeritli çok dar bir köy yolu olduğundan Nazım hocanın 4 çekerini yolun çatallaşıp 2'ye ayrıldığı noktada park ettik ve sola dönüp aşağı doğru yürüdük. En iyisi, arabayı kır kahvehanesinin önüne park etmektir. Bu arada Nazım hocanın Black Diamond batonlarının açılıp kapanma sistemlerini çok beğendim ve bir gün yeniden baton alırsam bu "döndürmesiz sistemle" yapılmış olanı alacağım.


Çayın kaynağı çok güzel bir yerdi. Yol boyunca bir sürü ceviz ağacı ve dut ağacı vardı; reçellik dağ incirleri, çeşit çeşit kır çiçekleri mevcuttu. Yolda balık adam kıyafeti içerisinde Salim hocayla (Salim Erdal) ona yardım eden Emre'ye rastladık (Emre Yatar). Yarın, yani Pazar günü Anadolu Doğa Grubu ADOG burada bir "Ters yönlü su yürüyüşü," daha doğrusu "su trekking yarışması" yapacak. Sanırım bunun teknik alt yapısıyla ilgili çalışıyorlardı, suya ip döşüyorlardı. Onlarla kısa bir konuşmadan sonra kaynağa gittik; burada çay içtik, börek yedik; Cumartesi olmasına rağmen piknik için gelmiş sadece tek bir aile vardı.


Mayo olmadığından yalnızca diz üstüne kadar ayaklarımızı sıvayıp suda dolaştık. Bu bölümde Turkuaz renkli su çok temizdi ve yüzmek için en ideal yerlerden birisidir orası. Suya dalıp, yeşil otların arasından yukarıdan gelen şelaleciklerin altında durmak, soğuk su damlalarıyla çarpışan sıcak bedenimize masaj yaptırmak keyif verici bir şey olmalıdır. Piknikçi aile suyun ortasındaki kumdan adada ateş yakmış, yayın balığı pişiriyordu; balık, aşırı pul biberlenmişti!..


Nazım hoca, Orhan Veli'nin bir şiirini okudu; video çekimleri yapıldı. Ön keşfimiz tamamlanmıştı. Saat 17 civarlarıydı; programda, Beylikova'dan Sivrihisar'ın arkasına dolanıp, o bölgeyi de görmek ve sonra da Sivrihisar'a (Justinianapolis'e) 13 km uzakta bulunan Pessinus (Ballıhisar) antik kentini gezmek vardı. Gece Ankara'ya dönüşümüz 23.30'u bulacağından bu geziyi başka bir zamana bıraktık. Gürleyik kaynağından dönerken ötelerde Hacı Halit Ağa Konağı'nı da görüp uzaktan fotoğrafladık, daha doğrusu fotoğrafladım. En üstteki fotoğraftır bu.



Ankara'ya dönüşte Nasrettin Hoca Yay tesislerinde tatlı molası verdik; ancak tatlılar baya kötüydü; 2 saatte bir acıkan biri olarak ben taze fasulye yedim ve güzeldi, kolay beğenmeyen biri olarak kolayca beğendim. Buradan, Nasreddin Hoca'nın doğum yeri olduğu iddia edilen kasabaya gittik. Henüz açılmamış evi ve kütüphaneyi gördük. Çoluk çocuğa rehberlikleri için biraz para dağıttık. Hava kararmaya başlarken Ankara'ya döndük. Gün içinde yaklaşık 450 km yapmış, yeni yerler görmüş, yeni bilgiler edinmiş, yeni vizyonlar kazanmış olduk. Bilgi havuzumuza yeni sular aktı; suyun miktarı çoğaldı. Scientia Est Potentia! Bilgi güçtür!.. Yunus'tan bir dörtlük ve bir müzikle yazımı sonlandırıyorum:


"Yunus Emre der hoca

Gerekse bin var hacca

Hepsinden iyice

Bir gönüle girmektir."



Ve bir İrlanda şarkısı:


http://videoizle.video75.com/sD8O-Jy_geD/irish-song-flute-music/


Mehmet Murat ildan