Sunday, November 14, 2010

ADKK Karapazar Yürüyüşü

Bugün, Akrep burcunun tarihleri içinde yer alan bir Pazar günü; 14 Kasım. Yeni yıla çok zaman kalmadı; yeni yıl, yeni umutlarla geliyor dörtnala; o da gelecek ve geçecek!.. Kasımın bu güneşli gününde, Ankara Dağcılık İhtisas Kulübü'nün Karapazar yürüyüşüne katıldım. Şimdi bu etkinlikten aklımda kalanlarla geleceğe yeni bir not düşeceğim!.. Yıldız tarihi 2010!.. Etkinliğin fotoğrafları da şu linkte mevcuttur:


Etkinliğe 14 kişi katıldı; epeydir gelmeyen Faruk, Mürsel ve Tevfik hoca da geldiler. Sabah 7.40 civarı Gerede'nin Cankurtaran Mevkii'ne doğru yola çıktık. Sanırım bu bölgede çok fazla trafik kazaları olduğundan, cankurtaran arabaları da fazla sıklıkta geliyorlar buraya; isim de bundan kaynaklanabilir!.. Bu mevkii, bölgede karın ilk düştüğü yerlerden biridir ve erime de en son gerçekleşir!.. Ankara-Bolu Tem otoyolunda ilerleyerek 110 kilometre gittik. 3 yıldızlı Dorukkaya Greenpark otelinin önüne park ettik. Burası Gerede'ye sadece 25 kilometre uzaklıktadır. 14 Plakalı araçlar da çoğaldılar; Bolu zaten 75 km ötedeydi.

Çorbası iyi olmadığından otelde çay içimi yaptık; birkaç otobüs dolusu Japon turistin ve "yerli bayram turistlerinin" arasından geçerek otelin arkasındaki göle gittik. Buraya Kaya Gölü diyorlar. Beyaz Ördekleri ve sudaki yansımalarını seyrettikten sonra otoban tel örgülerinin dışına çıktık; sanki hapisten çıkmış gibi bir anda ormanın sonsuz özgürlük alanına girdik; kokular değişti; huzur, hakimiyetini hemen hissettirdi; gerçek ve güzel olanın; saf ve doğal olanın egemenliğine girdik; yapay dünya geride kaldı. Hava mükemmeldi; tatlı bir güneş ve sıfır rüzgar vardı; ideal bir yürüyüş havasıydı bu. Amacımız, bir ring yaparak Dursun Fakı Köyü yaylalarını ve öteleri gezmekti.

Buralara Şirinler Diyarı da deniyor, ormanda çok fazla ve değişik mantarlar olduğu için. Enfes bir göknar ormanında iyi bir tempoda, çamursuz bir zeminde yürüdük. Susuz dere yataklarından ters yönde akan sular gibi kıvrılarak yukarılara tırmandık; onlarca çekirdeği olan sertimsi kuşburunlarından tattık; küçük su birikintilerinin gümüşsüz aynasında güneşi seyrettik.

Kanlıca Mantarı denen bir mantar gördük. Bu mantara bu ismin verilmesi, yendikten sonra idrarın rengini kırmızılaştırmasından olduğu söylenir. Ben yiyip denemediğim için doğru mu bilemem; bunu öğrendikten sonra yemeyi de pek düşünmem; sarı renkten memnunum!.. Yol boyunca çok farklı çeşitlerde mantarlar gördük. Bu arada aklıma gelmişken söyleyeyim, bu Fakı kelimesi her ne kadar İngilizce'deki müstehcen bir sözcüğü hatırlatsa da Fakih'ten geliyor; Fıkıh Bilgini demek. Anadolu'da okur-yazar ve bilgili imamlara, hocalara diyorlar. Ben şahsen "aydın din adamı" kavramını kabul etmem, çünkü "gerçek aydın" zaten dini, efsaneleri, bu tür çocuk masallarını çok geride bırakmış, aklın ve mantığın, bilimin egemenliğinde olan insandır! Tabii bu gerçek aydın insan, dini geride bırakmıştır ama Tanrı'yı değil, Tanrı'yla yola devam!..

Etkinlik boyunca bize 2 uysal köpek de eşlik ettiler. Yol boyunca her zamanki gibi yüzlerce farklı konu konuşuldu. Mürsel hocanın mantarlı Clint Eastwood filmi, Mustafa hocanın off-road'çulara dair anlattıkları; Müslüm hocanın Kaçkar uçurumları ve saçları diken diken eden yıldırımlı zirveleri, Harun hocanın Kaz yağından nasıl faydalanıldığına dair söyledikleri... Bütün anlatılanlar ses dalgaları halinde uzaya doğru dağıldılar ve kozmik boşlukta nereye kadar gidebileceklerse oralara doğru yola koyuldular. Yalnızca Tahsin hocanın ses dalgaları yoktu! Sesi kısılmıştı; ama rahatsızlığına rağmen, epey bir kısmı da yokuş olan bu iyi tempolu yürüyüşü başarıyla tamamladı; hastayken inişli çıkışlı 16 kilometreyi ağırca bir sırt çantasıyla yürümek dile kolaydır, ama tıbbi açıdan doğrumudur bilemem!.. Çivi çiviyi söker derler, fakat bir çiviyi çiviyle sökmeye çalışın, ne olduğunu görürsünüz, çünkü sökülmez!.. Acil iyileşmeler diliyorum...

Sakinlik ve dinginlik içerisinde bazen ormanın karanlık tünellerine daldık; bazen de, altı sarı üstü mavi yaylalardan geçtik. Bunlardan biri de Yazıkara yaylasıydı. İlerledik. Yüksek bir yerde uzaklardan Karapazar Köyünü gördük. Burada Mustafa hoca bizlere küçük kağıt keseler içinde hazırlanmış "fındık-kara üzüm" karışımı ikram etti; herkese tek tek dağıttı. Bazen de Jale-Şule kaysılarından yedik. Yol boyunca Erol hocanın getirdiği ve yürüyüş sonuna sakladığı kekten bahsettik. Daha sonra Olcay'ın da ev-yapımı kek getirdiğini öğrendik. Köyün yamaçlarında eli tüfekli - daha doğrusu omzu tüfekli - bir çoban gördük. Bu bölgede sonbaharın sarımtırak görüntüleri yoktu; tam tersine her yerde yeşillik hakimdi. Yazdan kalma bir gündü!..

Karapazar köyü, hoş bir orman köyüydü. Doğal ve saf orman balı almak için bu köye gitmeye zamanımız yoktu, ama düşüncesi aklımızdan geçti, ki bu köyde böyle bir üretim varmış. Bir süre sonra yemek molası verdik. Çeşme denilen yerde su kurumuştu. Ben bu kez birkaç isabetli şey getirmiştim. Haşlama patates tuzla çok iyi gidiyor. Bir tane pişmiş yumurta da güzel oluyor bence ve de mutlaka domates! Bence Her Türk Trekkingçisi kumanyasına domates eklemelidir, yabancılar da ekleyebilir tabii! Getirdiğim sıcak ıhlamuru pek içmedim, ama sigara böreklerimi ve cevizli pekmez sucuğumu yedim. Bu tür yürüyüşlerde çok fazla yemek yenmiyor aslında. Yeni aldığım doğa bıçağımı da ilk kez domates keserek kullandım. Gerber marka, 90 lira, güzel, ama biraz ağır ve büyük; çok gerekli mi derseniz, yok derim, çok gerekli değil; yine de çantada bulunsun!.. Hayatta aldığımız pek çok şey gereksiz; ama aldık ve alacağız!..

Her zamanki gibi malzeme işleri yoğun olarak konuşuldu. Şule'nin esnek yeni pantolonu, Bülent'in bastırınca içine gömülen yeni batonları, Olcay'ın 3 katlı sefer tası, Mustafa hocanın çok güzel ve çok amaçlı bıçağı ve daha onlarca malzeme işi konuşuldu. Kar yağınca daha da konuşulacak!..

Güneş yavaştan batmaya başladı; öteki yıldızlar güneşten fırsat bulup kendilerini biraz gösterdiler. 1600 üstü bir zirve yaptık; bayraklı zirve fotoğrafları çektirdik. Elmamızı, cevizimizi, dağ incirimizi yedik; çok fazla tatlımsı şey yedik; bir kıymalı börek ya da kır pidesi olsaydı ya da en iyisi ıspanaklı ev böreği olsaydı müthiş makbule geçerdi!.. Ispanaklı börek bir parti kurup seçimlere girerse, ben oyumu ona veririm ve parti merkezini de her gün ziyaret ederim!
Devasa karınca yuvalarını gördük; köstebek avlamaya çalışan ve sonra da hayalkırıklığına uğrayan köpekleri izledik; yarım Ay'a dönüşen Ay'a, maviden daha mavi olan göğe baktık. Tozluklarımızdan diken topladık; yosunların harika yeşil tonlarını hayranlıkla seyrettik. Adımsayarlarla ne kadar yürüdüğümüzü öğrenip kondisyonumuzu ölçtük ve kendimizi Dursun Fakı'nın bir baz istasyonunun çirkinliğiyle taçlandırılmış (!!), "Çakma-Eyfel kuleli" sessiz köyünde bulduk. Buradan 20 dakika kadar yürüyerek başladığımız noktaya, Dorukkaya oteline döndük. Yolda, otoban kenarlarının tamamen çöplerle dolu olduklarını gördük ve henüz ne kadar cahil ve kirli bir toplum olduğumuzu bir kez daha teyit ettik! Sadece biz mi? Amerikan toplumu da böyle ve Latinler ve ötekiler ve herkes! Dünya henüz küresel cehaleti, görgüsüzlüğü bütün ağırlığıyla taşımaktadır ve yaşamaktadır.

Güzel bir etkinlik oldu; oksijenin kralını aldık ve keklerin kraliçesini! Kekleri yapanlara teşekkür ettik; Erol hocanın komşusuna da ayrıca teşekkür ettik! Ankara'dan sadece 1.5 saat ötede böylesine harika yerler var. İnsan, kendi hapishanesini kendisi yaratır ve onu yıkacak olan yine kendisidir!.. Biz, o hapishaneleri yıkanlardanız; şehir denen fanuslardan fırsat buldukça kaçanlardanız...
Yazımı yine bir müzikle sonlandırıyorum; Fernando Rosas, La Interesada:

Mehmet Murat ildan