Monday, November 1, 2010

Mersin - Tarsus Operasyonu


29-31 Ekim tarihleri arasında, öncülüğünü Profesör Aykut Mısırlıgil'in yaptığı "Ankara Üniversitesi Kültür Gezginleri" grubuyla Mersin-Tarsus etkinliğine katıldım. Aykut hocanın deyimiyle "bu operasyonun" aklımda kalan bölümlerini fazla ayrıntıya kaçmadan bloglarımda değerli okuyucuyla paylaşacağım. Etkinliğin fotoğrafları da Picasa adresimde mevcuttur: http://picasaweb.google.com/ildanmmi

Küçükken Mersin-Tarsus bölgesine gittiğimi hiç hatırlamıyorum, ama mutlaka görmek istediğim bir bölgeydi burası. Görsel hafızama burayı dahil etmek üzere, bizim dağcılık ekibi Şule-Jale-Nazım hocayla birlikte 28 Ekim Cuma akşamı 23.40 civarı hareket ettik. Herbiri 55 kişilik ve neredeyse bir Tır uzunluğundaki 2 otobüsle güneye, sıcak dünyaya yol aldık. 114 kişinin dışında yedekte kalanlar da bir hayli vardı. Adaletli olması açısından güzel bir sistem olan "yer kurası çekimleri" yapıldı; şans faktörüne hiç kimsenin bir itirazı olamayacağından, uygun bir yer belirleme işlemidir bu. Benim yanımdaki müthiş kalorifer, Ateşler Tanrısı Hephaistos'un demirleri eritmesi misali beni sabaha kadar eritti; dönüşte de klima, Buz Tanrısı Auril'i hiç aratmadı!..

Gece karanlığında gördüğüm kadarıyla Kulu-Aksaray-Pozantı hattından Tarsus'a ulaştık. Tarsus, Mersin'in bir ilçesi ve aynı zamanda da Türkiye'nin en büyük ilçesi! Gün boyunca bizi bekleyen yoğun gündeme bakarak önemli bir tarihsel alana geldiğimizi anlayabiliyorduk. Hava güzel ve tazeydi; narenciye kokuları, hassas olmayan burunlara bile ulaşıyordu; bahçelerdeki turunçgillerin görsellikleri de hemen insanı cezbediyordu; nerede bir meyve görsek oraya dadanıyorduk. Kasım'a girerken tişörtlerle dolaşmak pek hoştu, zaman olsaydı denize rahatlıkla girilebilirdi; iklimin ılıman olduğu yerler tarihsel yükselişlere de zemin sağlamışlardır! İnsan, mutlaka böyle ılıman iklimli, güneşin her daim altın gibi parıldadığı yerlerde, sonsuz ufuklu mekanlarda yaşamalıdır; soğuk, sisli ya da yağmurlu ülkelerde değil!.. Tek bir yaşam hakkımız, en büyük aydınlıklar altında kullanılmalıdır.

Operasyon, Tarsus Şelale Otel'de kahvaltıyla başladı; pul biberli zeytinlerin iştah açıcılığıyla ben sıkı bir kahvaltı yaptım. Zeytini olmayan bir kahvaltıya kahvaltı da denmez zaten! Açık pencereden Berdan (Kydnos) çayının sesleri duyulabiliyordu. Tarsus şelalesi şelaleden ziyade bir şelalecikti! Gördüğüm kadarıyla 5 metrelik bir yüksekliği var. Berdan, Arapça "El Baradan"dan geliyormuş ve soğuk anlamındaymış. Bayram olması nedeniyle şelale civarındaki park doluydu. Genç kızlar, kendi çaplarında, imkanları ve dünya görgüleri el verdiği ölçüde süslenmişlerdi. Palmiye ağaçları güneşin altında şemsiye misali duruyorlardı. Genellikle düdük çalınıp otobüslere geçiliyordu. Gezide bize iki değerli hocamız da eşlik ettiler: Fatih Müderrisoğlu ve H. Çetin Arslan. H. Çetin Arslan sanat tarihi uzmanıdır; bizim otobüsteydi, yani Kartal 2 nolu otobüste; Aykut hoca gibi "pozitif" enerjiyle yüklü ve hiperaktif biri; yol boyunca Fatih hocayla birlikte başarılı bir sunum yaptı, güzel espirilerle ortamı neşelendirdi; yandaki otobüse el sallatıp kollarımızı çalıştırdı. Türk Akıncı Beyleri ve Balkanların İmarına Katkıları isimli değerli bir eseri var.

Şelale sonrasında Eshab-ı Kehf denilen yere gittik. Bunlardan dünyada 30'dan fazlası var! Yedi Uyurlar Mağaraları'ndan Türkiye'de Efes'te ve Afşin'de de var ve bir de Lice'de. Bunlar elbette sadece efsanevi şeylerdir. Tarihçi ve arkeolog, bu uydurma efsanenin nereden geldiğini saptamakla ve halkı aydınlatmakla mükelleftir; halk da her duyduğuna inanmamakla!.. Güzellik, görsellik ve tarihsel çekicilik bağlamında ben Efes'teki Yedi Uyurlar mağarasını daha fazla beğendiğimi söyleyebilirim. Tarsus'ta gittiğimiz bu yer merkezden 14 kilometre kadar uzaktaydı. 300 yıl uyuduğu söylenen kişilerin gerçekten uyuyup uyumadıklarını safça düşünmekten ziyade yüzlerce yıldır bu tip şeylere inanarak zihnen uyuyanları düşünüp spiritüel insanın ne denli tuhaf olduğunu bilmek, bu konularda düşünmek daha doğrudur bence. İnsan, inanmamaktan korkar; insanlara inanmamaktan korkmamayı öğretmek gerekir; çünkü inanç gidince başka kapılar, gerçek kapılar açılır; masal, güneşi perdeler; asıl güneş, inancın söndüğü yerde doğar!.. 7 Uyurlar, inançlarını yaşamak isteyen 7 gencin ilginç bir hikayesidir; bunların bazılarının isimleri pek hoştur: Mernuş, Debernuş, Sazenuş!.. Hıristiyan versiyonundaki isimler farklıdır, ama onlar da güzeldir. Encülüs Dağı eteklerindeki bu bölgede biraz gezdik. Abdulaziz'in annesinin yaptırdığı caminin yanından geçip oradan ayrıldık. En üstteki fotoğrafı da Yedi Uyurlar Mağarası'nın içinden çektim. Bu fotoğraftaki üç şerefeli minare oraya sonradan yapılmıştır ve bence ilk ciddi depremde gidicidir!..

Yeni durağımız Tarsus müzesiydi. Bir müze kartı çıkarttığım için gittiğim her müzede bana kartın sorulmasını arzuluyordum ki bu gezide sadece 2 kez sordular! İnsan bir iş yaptığında onun boşa gitmediğini görmek ister ve bu bir çeşit mutluluk kaynağıdır! Cennet Cehennem mağarası girişinde de kartımı gösterme mutluluğunu yaşadım!!.. Tarsus'un her yeri gerçekten de tarihti! Sanki tarih, gökten bu ilçenin üzerine yağmış ve yığılmıştı. Meşhur Kleopatra'nın meşhur kapısına gittik. Burası denize bakan iskele kapısıdır. Kraliçenin, general sevgilisi Antonius'la birlikte bu kapıdan şehre girdiği rivayet edilir. Buraya General Antonius kapısı denmemesi de Kleopatra'nın Antonius'tan daha ünlü ya da daha havalı olduğunu gösterir diye naçizane düşünmekteyim!..

Kültür Gezginleri olarak o kadar kalabalık bir gruptuk ki geçtiğimiz her yer bir anda doluyor, neşelenip karışıklaşıyordu! Sanki su gibiydik; nerede boş vardak varsa dolduruyorduk, dolu bardakları da taşırıyorduk. Sağa dönüyorduk tarih, sola dönüyorduk tarih! Bu etkinlikte en beğendiğim yerlerden biri de Gözlükule höyüğüne yakın bir yerde olan Tarsus Amerikan Kolejiydi. Binaları ve bahçesi pek güzeldi; bir kolejin ya da üniversitenin binaları ne denli klasikse o denli güzeldir bence. Klasik olan, en güzel olandır; modern olan çirkindir, yani genellikle! Bahçede Atatürk'ün şu sözü yazılıydı: Yaşamak demek, çalışmak demektir! Okulu Hıristiyan misyonerler kurmuşlar ve de iyi yapmışlar! Her kim bir okul kurarsa, ama içinde boş inanışlar değil de bilim öğretilen bir okul, o kişi ya da kişiler doğru yapmış demektir.

El işleri satan yerel kadınların yanından geçerek bir kiliseye girdik. Tanrı inancımı korumakla birlikte dini inanca sahip olmayan birisi olarak yine de kiliseleri her zaman beğenmişimdir. Kiliselerdeki oturma yerlerini, özellikle mantık ve evrimsel açıdan daha gelişmiş, daha medeni buluyorum. İnsan bir yere, bir yapıya gitti mi, orada oturacak, sırtını dayayacak bir yer olmalı!..

Şehrin içinde dolaştıkça acıkmıştık ve bu kez Anadolu Sofrası isimli lokantaya, kültürel olmasa da "biyolojik" bir ziyaret yaptık! Adana Kebap yedik; manda yoğurdundan tadıp bıraktık; çay içtik, cezerye yedik! Kültür Gezginlerini 1974 yılında kurmuş olan Aykut hocanın dediği gibi bir gezginin ilk görevlerinden biri kahvaltıyı sağlam yapmaktı; her şeyin temeli kahvaltıydı!.. Kahvaltı sağlamsa, gerisi teferruattır! Ama adana kebap da fena bir teferruat değildi; biraz Urfa kebabı andırıyordu; pide ekmekler güzeldi; biz bir ekmek toplumuyuz; ben makarnayı bile ekmekle yerim; ekmeği bile ekmekle yeriz!..

Yemek sonrası Antik Yol'a gittik; bir zamanlar İmparator Jül Sezar'ın ve üstat Çiçero'nun da yürüdüğü bir yoldur bu. Buradaki harika kanalizasyon sistemlerine hayret edilmesine ben de hayret ettim; bizler, o eski zamanlarda yaşayan bazı insanların oldukça zeki olduklarını hep unutuyoruz, çünkü hep kendimizi zeki sanıyoruz, çünkü kibirliyiz!.. Çok eski zamanlarda, henüz Dünya dümdüz sanılırken, sadece oturduğu bir kaldırım taşından Ay'a bakıp, oradaki gölgenin yuvarlaklığından Dünyanın da yuvarlak olduğunu düşünecek kadar dahi insanlar vardı o çağlarda!.. Bu ören yerinde, doğumgünü 29 Ekim olan yerel bir rehberden bilgi aldık, Aykut hoca onun doğumgününü spontane bir şekilde şampanya açarak kutladı. Fatih hoca ve Çetin de ek bilgiler veriyor, genç rehberin sözünü fazla kesmek istemiyorlardı. Rehber, ya bizi sevdiği için ya da işi az olduğundan ilçedeki pek çok yere bizimle geldi, ek bilgiler verdi.

Modern Tarsus'un tam ortasındadır bu antik yol; siyahımsı bazalt taşlarla döşenmiştir. Bu bölgedeki kazılara devam edilmesi gerekiyor; çevredeki çağdaş binalar kazıya bir engel teşkil ediyorlarsa, o çağdaş denilen gerçek harabeler ve hakiki ucubeler yıkılmalıdır! Tarihi açığa çıkarmak modern Türkiye'nin hem beşeri misyonu hem de etik görevidir! Tarihi, barajlara, yeni binalara boğdurmak ahlaki bir davranış değil ilkel ve ahlaksız bir davranış olur.

Antik yolu geride bırakıp önemli bir tarihi şahsiyet olan Aziz Paulus'un Kuyusu'na gittik, ki buranın çevresi Aziz Paulus'un evi olarak da bilinir. Kuyunun derinliğinin 30 metre olduğu söylenir!.. Suyu Kutsaldır; daha doğrusu buna inanılır!.. Tarih, gerçeklerden ziyade inanışların, yanılgıların, algılama hatalarının tarihidir! Bu tür gezilerde tarihi mekanı sade bir şekilde fotoğraflamak için ya en önde gitmek ya da mekandan en son çıkmak gerekir. Bu tür önemli tarihi yerlerin çevresini kamulaştırmak da lazım.

Müzelerin bahçeleri benim çok hoşuma gitti; karşınıza aniden lezzetli siyah üzümler çıkabiliyordu. Eski Tarsus evlerinin arasından geçerken hoş bir sürpriz bizi karşıladı. Üst katta saksafon çalıyordu; bir müzik kursunun hocası bir anda 114 seyirci buldu; genel istek üzerine 3-4 kez çok güzel parçalar çaldı; jazın büyülü dünyasına bizi alıp götürdü. Tam karşı pencerde duran sarışın bir kadın da köpeğiyle bu müzik ziyafetini izledi ama köpeği daha çok yerdeki serçelerle meşguldü! Bu arada YouTube da açılmış; hayırlı olsun!.. Kapatmak ilkel bir karardı ve eğer yine kapanırsa yine yeni bir ilkellik olacaktır bu!..

Sokak sokak dolaşıyorduk. Tarsuslu yılan kadın Şahmaranın heykeline rastladık. Sanırım Türkiye'de başka da Şahmaran heykeli yokmuş. Efsanedeki süt beyaz vücutlu "kadın-yılan" ya da "yılan-kadın," heykelde siyahtı!.. Şahmaran, yılanların şahı demekmiş. Yılanları sevmeyen birisi olarak bu doğaüstü mitolojik figürü çok fazla incelemedim. Rotamız Makamı-Şerif camii ya da Daniyal peygamberin mezarıydı. Daniyal peygamber, daha doğrusu peygamber olduğu iddia edilen Daniyal, bir kıtlık zamanı Tarsus'a geldiğinde kıtlık sona ermiş ve ölünceye kadar Tarsus'ta kalmış. Berdan nehri onun mezarının üzerinden geçer; mezar yerini saklamak için özellikle böyle yapıldığı söylenir. Eğer orada bir naaş bulunursa DNA testleri ve bütün öteki bilimsel incelemeler mutlaka yapılmaldır. İnanç, bilimle test edilmek zorundadır. Bilimin çıtalarını geçemeyen hiçbir inanç gerçeklik kazanamaz, sadece güzel bir efsane olarak kalır. Efsaneleri severiz, ama onları test de etmeliyiz. İnanç bilimle doğrulanırsa o zaman zaten inanç sıfatını da yitirir, bir bilgiye dönüşür. Şeytanın bilimsel ispatını yaparsanız artık şeytan'a inanmak diye bir şey kalmaz; o zaten odur! "Uçakların uçtuğuna inanıyorum," demeyiz, çünkü onların uçtuğunu biliriz. Tevrat'ın Yahudi peygamberi Daniyal'ın kendisinin de bilime düşkün olduğu rivayet edilir.

Zaman, Göksu çayı gibi hızla akıp gittti. Kuş satıcılarının ve fakir çocukların arasından, saat kuleli Ulu Cami'ye gittik. Şit peygamber ve Lokman hekimin makamlarını gördük; yetkililerden bilgi aldık; dua edenleri izledik. Kırkkaşık Bedesteni isimli minik kapalı çarşıyı gezdik. Yavaş yavaş hava karardı; dünya zencileşti; yağmur serpiştirdi; rüzgar, yaprakların yerlerini değiştirdi; yapraklar buna itiraz ettiler, ama itirazları kabul edilmedi; Ermeni anıtı önünde fotoğraflar çekildi.

Artık şehrin doğusundaydık ve harika Justinianus Köprüsüyle karşılaştık. Köprüler eskiden de paralıymış; bu köprüden geçenlerden Bac yani vergi alınırmış, o yüzden Tarsus'ta bu köprüye Bac köprüsü de denir. Bizim modern köprülerin ismi ise Zam köprüsüdür!..

Gecenin karanlığında Nusrat (Nusret) Mayın Gemisi'ne rastladık!.. İstanbul taraflarında olması gereken bu şöhretli savaş gemisi buradaydı! Yoksa Çanakkale Zaferi de mi Tarsus'ta olmuştu? Tarsus belediyesine bu gemiyi müze haline getirdikleri için teşekkür etmek gerek. Tarihini korumayan bir ülkeye ülke denmez!.. Koskoca antik kentleri 1-2 bekçiyle komik bir şekilde koruma altına almış bir Kültür Bakanlığının Bakanı, gerekli parayı her şart altında bulup oraları böyle laubali bir şekilde değil de ciddi bir şekilde korumak zorundadır; ya koru ya da git!.. Tarih, laubaliliği kaldırmaz; Türkiye'nin oraları koruyacak kadar parası ve kaynağı fazlasıyla var. Mersin limanında batan Nusrat Mayın Gemisi oradan parça parça alınıp Tarsus'a getirilmiştir ve bu konuda hizmeti geçenlere teşekkür bizim borcumuzdur.

29 Ekim dolu dolu geçmişti; Mersin Büyük Yalçın Otel'de kalıyorduk ve temiz, güzel bir oteldi; otelde her gece bir düğün oldu!.. Düğünleri sevmeyen birisi olarak ben, düğün-dışı ortamda olmaktan memnundum; ana asansör dolu olunca yedek asansöre giderken birkaç kez düğünün içinden geçmek zorunda kaldım ve de kaldık; Çetin'in hep söylediği gibi: Hayırlı olsun!.. Otelin terasından Mersin'i seyrettim. Çok güzel bir havası vardı. Kasıma girerken bu temiz ve enfes havanın önemini Mersinlilere anlatabilmek için onları Gökçek'in Ankara'sına, Erbakan'ın Konyası'na götürmek gerekir!.. Bir şeyi kaybettirmek lazım ki değeri anlaşılsın!..

Yollarda yerlerde oturan düşünceli davulcular gördük. Sabah deniz kenarındaki parka gittik. Eli güvercinli ve güllü kadın heykelinin yanından geçip Atatürk Evi'ne girdik. Tavanların yüksekliğinden kaynaklanan ferahlığı ve kaliteli klasik eşyaların verdiği "yükseklik duygusunu" yaşadık. Palmiye ağaçlarının tepesinden aşağıya "şans" döken serçeleri izledik ve mendillerle ellerini başlarını ve saçlarını bu yeşilimsi talihten temizleyenlere gülümseyerek baktık! Ben bu müzede özellikle Atatürk'ün nüfus cüzdanını inceledim.

Bir mekandan ötekine geçerken zaman zaman cevizli sucuk, havuç tatlısı, irmikten yapılma Kerebiç gibi tatlılar alıyorduk. Ama köpüklü kaymağa buladıkları için ben Kerebiç yemedim; köpüklü kaymak değil de gerçek yoğun kaymak olsa yiyecektim!.. Bir Ortodoks kilisesinin zenginliği içerisinde mum yaktıktan sonra liman tarafına indik; güneşin denizdeki muhteşem ışıltılarını seyrettik. Mersin'i beğendim; yaşanılabilecek bir şehir; elbette kenti güzelleştirmek için daha yapılacak çok şeyler var. Mersin Üniversitesi de harika bir manzaraya sahip! Deniz kenarındaki balıkçıları bir süre izledikten sonra Atatürk parkını geride bıraktık.

Yönümüz Kanlı Divane denilen yere doğruydu. Canytellis, sanat tarihçimiz Çetin'in de dediği gibi görkemli bir yerdi. Herkesin yolu buraya pek düşmez. Cennet Cehennem tarzı bir çöküntüsü ya da obruğu vardı. Silifke'deki bu antik kentte dolaşırken yeni fotoğraf makinemin baterisi bitti! Kraliçe Aba'nın anıtsal mezarı bateri kurbanı oldu!.. Sadece Aba değil ünlü Kız Kalesini de fotoğraflayamadım. Bu kaleye 5 lira vererek 15 dakikada tekneyle geçiliyor; teknenin epeyce sallanmasından korkan bir çocuğun biraz komik hali ve atılan birkaç çığlık halen aklımda! Bu anı fotoğrafla saptayabilirdim! Profesyonel davranıp çift pille gelmek gerektiğini artık söylememe gerek yok. Fakat ne kadar plan yaparsanız yapın, hayat hep sizden bir adım öndedir; hayat bizden zekidir, en azından şimdilik!..

Akşam, bizim 4 çeker ekibin Arthur Schopenhauer hayranı olan kısmı, Nazım hoca, arkadaşlarıyla Frederic François Chopin etkinliğine kısacası Şopen resitaline gitti. Ekibin geri kalan kısmı Mersin sokaklarında avare dolaştı. Mersin eski meyve haline girdik; meyve aldık; Türkiye'nin en büyük gökdelenlerinden biri olan 52 katlı yapıya kadar yürüdük. 33 Numara denilen bir düğün salonu daha gördük ve Mersin'de herkesin evlenmekle meşgül olduklarına kanaat getirdik, Hayırlı olsun! Zaman zaman Yalçın Otel'in terasından havaifişekleri seyrettik. 30 Ekim de böylece bir daha gelmemek üzere ya da başka bir kılıkta ve başka bir yüzle karşımıza gelmek üzere geçmişe karıştı.

Pazar sabahı Uzuncaburç'a hareket ettik. Silifke'nin 30 km kuzeyindeki bir sit alanıdır burası. Pek fazla bilinmez. Torosların üzerindeki bu yere araçla epeyce tırmanılarak gelinir; müthiş bir havası, hoş bir doğası vardır; Diocaesarea'da uzunca bir vakit geçirdik. Her yer organik bakkal gibiydi! Sağa dönünce kırmızı elmalar ağaçtan size bakarlar, sola dönünce de tatlı siyah üzümler buraya gel derler! Ura krallığının ibadet yerinde üzüm yiyerek dolaştık. Bu etkinlikte, epeyce zamandır görmediğim Salim hocayla Fatma da vardı; onlar da üzümü yediler ve bağını sormadılar, çünkü zaten bağ oradaydı.

Uzuncaburç müthiş dingin bir yerdi; içinde uzunca zaman harcanacak bir mekandı. Sumak, nane, kuru üzüm ve nar ekşisi satan köylülerle fotoğraf çektirdik, halkımızla bütünleştik!.. Tapınak sütunlarındaki kırmızı boyalar aklımızda yer etti. Şans Tapınağına da gittik; dilekler tuttuk; sanırım ben Volkswagen Touraeg dileğimi, daha az yaktığı için Tiguan'la değiştirdim ve Tanrılara sipariş ettim! Yeraltı kilisesi, Aya Tekla ya da Azize Thekla derken, ayağı burkulan birinin acılı telaşını izlerken, kendimizi Silifke'nin Taşucu'ndaki yapayalnız Deniz Kızı heykeli önünde bulduk. Yol boyunca deniz kenarından ilerlerken pek çok "çok-katlı" evler gördük; bunların hemen hepsi deniz manzaralı evlerdi ve yazlık olarak kullanılıyorlardı. Akşam güneş batarken dahi Taşucu'nda denize girilebilirdi. Keskin gözlerle baktık ama karşıdaki Kıbrıs'ı göremedik!.. Bu deniz kızı heykelini, trafik kazasında yitirilen değerli Profesör Tankut Ötkem yapmış. Danimarka'dakinin fotoğraflarını görmüştüm; bu heykelin ondan daha güzel olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

Yoğun bir kültürel etkinlik oldu; Üçgüzellerin, daha doğrusu Üçtombulların yurdu Narlıkuyu'daki lezzetli levrek balığını düşünürsek de güzel bir "yemek etkinliği" de oldu. Fatih beyin doyurucu bilgileri, Aykut hocanın sıcakkanlı evsahipliği ve sanat tarihi uzmanı Çetin'in pozitif yaklaşımıyla, detaylı anlatışıyla başarılı bir etkinlik gerçekleşti. Herşeyi güzelleştiren de çirkinleştiren de insandır, insanoğludur. Güzelleştirenlere rastladığımız her zaman kendimizi şanslı saymalıyız. Biz, bu gezide kendimizi şanslı saydık. Bir gün yeniden, Narlıkuyu koyuna bakarken levrek yeme dileklerimle... Zamanın çarkı hızla döner ve insan bazen yeniden aynı yere gider!..

Mehmet Murat ildan