Saturday, February 26, 2011

Asar Tepe Yürüyüşü


Tarihler 27 Şubat 2011 Pazar gününü gösteriyor. Şubat ayı da geldi ve de geçti; gelip de geçmeyen bir şey bulursanız ona sakın yaklaşmayın, çünkü bu evrene ait bir şey değil demektir o, her an patlayabilir!..


Bu ay daha çok Libya sözcüğünü duyduğumuz bir ay oldu; olaylara Evrensel ölçekte baktığımızda bunlar elbette basit ötesi şeyler; bizim alt dünyamızın neredeyse görünmez ölçekteki ilkel didişmeleri, insanoğullarının ahmakça yaşamlarından mikro ötesi delice boş kareler... Doğrusu Jupiter'in uydularını incelemiş olan Galileo uzay aracının maceraları evrensel ölçekte çok daha önemli ve devrimci olaylardır. Düşünün ki bu dev gezegenin uydularının üzerinden geçerken uzay aracı manyetik bir alan saptıyor; yani uydunun çekirdeği halen sıcak, Ay'daki gibi soğuyup bitmemiş, kalbi atıyor; toprakların altında ise donmuş okyanuslar var... Başka bir zaman bu konularda yazmak üzere kendi konuma dönüyorum şimdi, yani Ankara'nın hinterlantlarına, iç bölgelerine, arka bölgelerine...


Bu haftaki yürüyüşümü DASK'la (Doğa Araştırmaları Sporları ve Kurtarma Derneği'yle), daha önce bazı yerlerini bir kez yürümüş olduğum bir parkurda yaptım. Tabii yazıma başlamadan önce mekanik bir şekilde 27 Şubatta, bizler henüz doğmadan önce tarihin derinliklerinde neler olmuşa bakmışımdır mutlaka! 27 Şubat 1932 yılında Elizabeth Taylor doğmuş; beğendiğim bir aktristi benim. Onun bir gençlik resimlerine ve bir de son resimlerine baktığımızda, her şeyin kanatları vardır diyebilmekteyiz; yani güzellik de kanatlıdır ve uçup gider; geriye karakter kalır diyeceğim ama o da bir süre daha yerde durup her şey bitmeye yakın havalanıp gökyüzünde kaybolur, yine de insanda en son kanatlanan şeydir diyebiliriz!.. Koskoca bir kaya bile kanatlıdır; zaman içinde ufalanıp toz haline gelir ve de uçmaya başlar!.. Üstat Buddha bu tür geçiciliği anlatmıştır yaşamı boyunca... Bense şimdi geziyi anlatacağım. Etkinliğin fotoğrafları Picasa albümümde yer alıyor:



Aynı köy isminden genellikle birden fazla bulunur. Kızılcaören de böyledir. Sıvas Divriği tarafında bir Kızılcaören var; Tokat Reşadiye'de de var... Bu köylerin internet sitelerine girince bir anda yüzünüze yumruk vurur gibi karşınıza ölüm haberleri çıkar: Falanca hakkın rahmetine kavuşmuştur, filanca ahrete gitmiştir; başka birini Tanrı çok sevdiğinden "Gel bakim yanıma evlat," demiştir!.. Köy halkından ölenler ana sayfadan ilan edilirler. Bence sadece yaşamak ve var olmak Tanrı'nın rahmetidir, ötekisi değil!..


Ankara-Bolu karayolu üzerindeki Kızılcaören köyünün 1025 civarlarında bir rakımı var. Köyden tam Batı'ya doğru giderseniz Kızılcaören yaylasına ve de göletine kavuşursunuz. Orası da rakım olarak 1500 civarındadır. Bu köyün hemen yakınında Yunus Dede Türbesi diye bir yer de var; bugün minibüsle giderken yakınından geçtik, gerçi pek fark eden de olmadı!.. Yunus Dede, Şeyh Ali Semerkandi'nin öğrencisidir. Kızılcaören köylüsüdür; rivayete göre Şeyhin verdiği bohçanın içinden bir bıçak fırlayıp bir meşe ağacına saplanmıştır ki türbe de o ağacın yanındadır. Bu uydurma hikayelere insanların inanmalarını çok yadırgamakla birlikte, bazen de "Bırakalım inansınlar, herkes de aklın yanında olacak değil ya!" demek lazım ya da spirütüalitenin de insana bazen güç veren bir unsur olduğunu bilmek ve dahi bunu kabul etmek gerek; abartılmadığı sürece maneviyat bastonuna zaman zaman dayanılabilir. Yürüyüş öncesinde Devlet Meteoroloji İşleri'nden hava durumuna baktım. 2 ila 9 arası bir derece ve de yağmurlu görünüyordu; rüzgar hızı saatte 16 km; rüzgar bizden epeyce hızlı gidecek görünüyordu!.. Ama Gökhan Koçak'ın da dediği gibi o hava durumu Kızılcahamam içindi. 5 km uzaktaki Kızılcaören vadisinde rüzgar namıma bir şey yoktu!..


Biz bugün Asar Tepe'yi hedef olarak koyduk. Asar, Arapça eserler anlamına geliyor. Ama burdaki anlamı o mudur bilemem. Etkinliğe 20 kişi katıldı. Sabah 7.48'de benim duraktan yola çıktık. Öncesinde başka gruplar oradan geçti; Müslüm hoca (Müslüm Öndeş - Ankara Dağcılık ADKK) her zamanki gibi dağcılık disipliniyle tam vaktinde oradan ekiple Çubuk/Karagöl tarafına gitti.


İlk molamızı Mevlana'da verdik. Tozluk takma işkencesini bitirip, biraz da ekmek yiyerek yola çıktık. Kızılcahamam'daki meşhur Kara Akbaba heykelini geçerek Kızılcaören'e vardık. Buradan içeri girip 5 dakika kadar arabayla giderek Çengeller Mahallesi önünde durduk. Dere kenarından yürüyüş başladı.


Yürüyüşe başladığımız bölge Milli Park sınırları içindedir ve pek hoş bir vadidir. Akar çeşmeler boldur; Kara Akbaba gözetleme kulübeleri de yine bu bölgededir. Ağaçların en üstündeki Akbaba yuvaları dikkatli yürüyüşçülerden kaçmaz; bunlar büyük yuvalardır çünkü akbabalar büyüktür!.. Akbaba çekimleri yapanlar genelde bazı yerlere yaban hayvanı leşleri atarlar; tıpkı balıkçıların yem atmaları gibi! Yakın çekim yapmak istediklerinde mesela bir yabandomuzunun içine kamera dahi koyarlar; leş olarak bazen at leşleri de atılıyormuş.


Asar Tepe bölgenin yüksek bir yeri ve de elbette bir Kara Akbaba gözetleme yeri; oradaki kulübeyi uzaktan gördük. Akbabalarla ilgili çok bilgim yok ama 8000 metrelere kadar çıkabildiklerini düşünmek bile bu yırtıcı kuşların ne yaman olduklarını bize hissetiriyor. Topu topu ne kadardır bunlar dersek Kızılcaören yaylası tarafındakiler toplam 12 çiftmiş; ama gerçek sayının daha yüksek olduğunu söyledi Gökhan! Umarım sayıları artar, umarım yaşam alanları genişler ve başka illerde başka koloniler kurarlar. Bir takım aklı-eksikler kurtlar için zehirli etler atıyorlarmış; bunlar da akbabalara ciddi bir tehdit oluşturuyor elbette.


Yürüyüşün ilk bölümü hafif eğimliydi; herkes serbest tempoda yürüdü; hızlı giden gitti, gözden kayboldu!.. Yaşar bey ve Turhan her zamanki gibi dikkatle fotoğraflarını çekiyorlardı. Bu çeşmeli yol Çatal-çeşme denilen yere kadar devam etti. Her zamanki gibi tek kat içlikle yürüyordum; neredeyse bütün kışı böyle geçirdik (geçirdim) sayılır. Çatal-çeşme'den sağa sapıp ormanlık alana girdik. Sanırım saat 11 civarlarıydı ve bundan sonra saat 13-13.30'a kadar dik bir yokuş çıktık. 2-2.5 saatlik güzel tempoda yokuş antremanı oldu. Arkada yorulanlar olunca düdük çalıp mola istiyorlardı; herhalde Çiğdem'de düdük vardı ya da Turhan'da. Etkinlikte yine her meslekten, fotoğrafçıdan, doktora, Amnesty International'da (Uluslararası Af Örgütü'nde) gönüllü çalışandan, astsubaya kadar geniş bir yelpaze vardı. Yol boyunca sayısız konular konuşuldu; Pınar'ın Patagonya, Nepal ve Hindistan gezilerinden bahsedildi; Pınar ayrıca bir Everest Anakamp gezisi düşünüyormuş. 3070'lik Kızlar Sivrisi'ni de unutmadım tabii. Orası Akdeniz'in en yüksek doruğu. TODOSK ya da Toroslar Doğa Sporları Kulübü 12-13 Mart tarihleri arasında 5. Kış Dağcılık Şenliği'ni yapıyor. Bu bağlamda Kızlar Sivrisi'ne çıkılacak; herhalde Kızlar Sivrisi'ne erkekler de çıkabiliyordur; bilemem!.. 1950 metreye kamp kurulacakmış. Ama lisans gerekiyor galiba. Benim bir lisansım vardı ama yok olup gitmiştir ve tarihi geçmiştir büyük ihtimal!.. Minibüste Turhan'ın Kızılcahamam pazarından tuzsuz peynir alma isteğinden, dansözlerle ilgili konulara ve bugün vefat eden Erbakan'a kadar onlarca konu konuşuldu...


Konumuza dönecek olursam, Çatal-çeşme'den dik çıkışa başladık. Hiç kar yoktu. 1050'lerden 1650'lere yükselecektik. Güney yamaç olduğundan kar kalmamıştı. Karşıdaki Soğuk Su kuzey yamacının karları, nadiren de olsa yüzünü gösteren güneşin altında dikkatli gözlere parıldıyorlardı. Yol boyunca topluca fotoğraflar sıkça çekiliyordu. Nihayet göklerde ilk Akbabayı gördüm! Dev kanatları vardı; bizi hiç umursamadan göklerde süzülüp gitti ve sonra ötekileri gördük. Bunlar leşlerle besleniyorlardı. Akbaba yerine onlara Leşbaba desek daha doğru olurdu ya da siyah oldukları için Karababa!.. Yolumuzun üzerinde yarı-asalak ökse otlarına rastlıyor, asalaklıklarına kızıyorduk. Meşelerin arasından yapraklarını hışırdatarak geçiyor; çiğdemleri ezmemek için Budist yanımızı öne çıkararak bazen dikkat ediyorduk. Mikro dünyanın makro dünyadan çok daha zengin olduğunu hatırlayıp bazen yerleri bir radar gibi gözlerimizle tarıyorduk ve binlerce detayı aklımızdaki bir havuza - orada sadece birkaç saat kalmaları kaydıyla - boşaltıyorduk; bu esnada bir tırtıl da gördük.


Asar Tepe'ye yaklaştıkça karlar açığa çıktılar; ıslak bir kardı bu; zaman zaman 50 cm'yi bulduğu oldu. Sevinç, önde serbest sitilde değişik çıkış tekniklerini deniyordu. Yukarı çıkarken ben bir sincap gördüğümü söyledim; sonra durup dikkat kesildik; sincap gelincik çıktı; uzaklardan meraklı gözlerle bizi inceledi ve sonra fırtına hızıyla gözden kayboldu!.. Kızıl geyik izlerine benzer izler de gördük. Asar Tepe'ye vardık ve burada 30 dakika yemek molası verdik. Tepe'den Eğrekkaya barajını ve Kızılcaören'i görebiliyorduk. Kar serpiştiriyordu; tenimizin üzerine yavaşça konuyorlar, sanki bize selam veriyorlar ve ardından da eriyip yok oluyorlardı. Bembeyaz karların içinde simsiyah bazalt taşları görsel bir tezat oluşturuyorlardı; bunlar volkanik kaya kütleleriydi.


İnişe geçtik; sıcak basanlardan kısa kolluya geçen bile oldu. Bir dere yatağından, yumuşak çamurlardan, bataksıl yerlerden geçtik. Uzaklardan Kızılcaören yayla evlerini gördük ve sonrasında güzel manzaralı ve huzurlu, ama bolca da taşlı meşhur patikaya girdik. Trabzonlu İsmail'le konuşurken bir kez daha Karadenizlilerin ilginç insanlar olduklarını teyit etmiş oldum! Yağmur yağmasına hiç aldırmıyordu ve cin gibiydi!.. Yol boyunca pek çok ikramlar oldu; Tülay'ın kakaolu keki oldukça başarılıydı.


Uzaklardan Javsu (Jandarma Asayiş Vakfı suyu) tesislerini gördük; ardından tarihi çeşmeye ve Kızılcaören köyüne vardık. Etkinlik boyunca 20 numara olarak adlandırılan Özgür antreman eksikliğinden biraz yorulmuş gibiydi. Dönüşte AKPET tesisi lokantasında çorba, haşlama et vs yenildi. Lokanta patronu kendi kuyu sularının Javsu'dan daha iyi olduğunu iddia etti ama ben hiç ikna olmadım!.. Nefes geliştirici bir etkinlik oldu; dağcılığın ya da trekkingçiliğin en iyi antremanı yokuş çıkmaktır!.. Haftaya Gökhan özel bir yere gidileceğini söyledi. Yeni bir rota keşfetmiş. Semeler köyünden başlıyor. Rota içinde son bölümde 1 saat kadarlık kanyon tarzı derin bir vadi varmış ve öncesinde birkaç şelale ya da şelalecik. İlginç bir etkinlik olacağa benziyor; kanyonları severim ve umarım kanyonlar da beni severler...


Yazımı bir müzikle sonlandırıyorum: Kathleen Battle; Frühlingsstimmen ya da "Baharın Sesleri!" Evet, Ankara'da baharın seslerini duymaya, kokusunu almaya başladık...


Mehmet Murat ildan