Friday, February 4, 2011

Dutözü Yürüyüşü


Bugün, 21. yüzyılın 11. yılının 6 Şubat Pazar günü; güneşli, açık bir gün. Dutözü Yürüyüşü'nün öyküsünü birazdan anlatacağım.
Her zamanki alışkanlığımla tarihte bugün neler olmuşa bir baktım. Benim çok sevdiğim yazarlardan biri olan ve aynı zamanda meslektaşım olan oyun yazarı Carlo Goldoni'nin ölüm yıldönümü bugün. Shakespeare dışında epeydir tiyatro okumuyorum; fakat 2000'li yılların başlarında tiyatro klasiklerini sıklıkla okumuştum ve o yoğunlukta üstattan 4 tane güzel oyun hatırlıyorum. 6 Şubat 1793'te yaşama veda eden Goldoni'den çok şeyler öğrendim; öğrendim derken okuduktan sonra içselleştirdiğim, yani doğal olarak, herhangi bir çaba göstermeden öğrendiğim şeyleri kastediyorum. "Dünya güzel bir kitaptır, fakat okumasını bilmeyene pek fayda sağlamaz" der, değerli üstat. Bir de şunu der ki, "Kendi ülkesini hiç terketmemiş olan, önyargılarla doludur!.." Çok sevimli bir üslubu olan Goldoni'yi anarak ve bu yaz ondan bir oyun okuma sözünü kendime vererek gezi yazıma başlayayım.


Bugünkü etkinliğin fotoğrafları aşağıdaki linkte mevcuttur:


Bu hafta sonu, Ankara'daki "trekking-Hiking" gruplarından bazılarını tanıma arzum bağlamında Yeşil-Mavi Doğa Sporları grubuyla Kazan bölgesindeki Dutözü Yürüyüşü'ne katıldım. Rehberliği bugünlük Ali Tekgül yaptı; bu etkinlikte öncüydü; artçılığı ise Suat Yücel yaptı; grubun ana rehberi Ekrem İpekçi bey ise sanırım Erciyes dağına gitmiş. Bu grubu da yine bir arkadaş tavsiyesiyle buldum; ressamlıkla uğraşan Nihal hanım bana önermişti. Yeşil Mavi Kulüp ayrıca Kamping, Dalış, Sörf, Kayak gibi alanlarda da etkinlikler düzenliyor.


Meraklı arkadaşlar bilirler, 1402 yılında meşhur Ankara Savaşı olmuştu; Yıldırım Bayezid ile Timur karşılaşmışlardı. Osmanlı bu savaşta yenilip buradan giderken arkasında devasa kazanlar bırakmıştır. Savaş boyunca Kazan ilçesi bir tür lokantaydı kısacası ya da bir aşeviydi! Halen Kazan'ın etleri meşhurdur.

Bizim gittiğimiz yer Dutözü Köyü bölgesiydi. Kazan'ı geçtikten sonra Kurtboğazı'na gelir gelmez sola bir yol ayrılır. Kazan'dan 12 kilometredir bu köy. 1050 rakımlı bir yerdir. İsminden de anlaşılacağı üzere köyde pek çok dut ağacı vardır. Etrafı meşe ormanlarıyla kaplı bu köyü 2 çobanın kurduğu söylenir; şimdilerde ise köyde sadece 2 hane kaldığı rivayet edilir; biz de köyde zaten pek fazla insan göremedik!.. Kurtboğazı barajında çalışıp emekli olanlar bu köye yerleşmişlerdir. Bu da ilginçtir; insanlar genellikle belirli bir mekana bağlı kalırlar; çok uçuk şeyler yapıp bir anda çok farklı yerlerde yaşamazlar; genellikle yaşamlarını, tanıyıp görüp bildikleri, köklerini oraya gömülü hissettikleri bir bölgede sürdürürler. Korku filmlerinde olur ya; insanlar ölür, ruhları belirli bir mekandan ayrılmazlar, oralarda dolaşırlar; yürürken bunları hatırladım!..

Bugün saat 8.30 civarı Ankara'dan yola çıktık. İlk durağımız Kazan'daki Yusuf'um Pastanesi'ydi. Burada çaylar şirkettendir ikramıyla çay içtik. Akşamki Trabzon maçı için şimdiden hazırlıklar yapılıyordu. Grupta yeni olduğumuzdan yeni arkadaşlarla tanıştık. Eryaman Yunus Emre mahallesi muhtar adayımız Hacer hanım, eşi Vedat bey, Konyalı Ramazan bey, Artvinli boksör Bülent bey, Mehmet bey ve diğer arkadaşlar... 9.40 gibi oradan ayrıldık.

Kurtboğazı barajına henüz gitmeden "Kent Ormanı ve Mesirelik piknik alanı" yazılı bir yerde durarak yürüyüşe başladık. Güvenlik görevlisi ilerideki büyük villa ev civarında serbest bir pittbull olabileceğini ve dikkat edilmesi gerektiğini söyledi. Bu bölge bir "Dikme ormandı," ya da "Yapay ormandı." Tıpkı ODTÜ ormanı gibi böyle "dikme ormanların" kendilerine has bir yapıları olur. Ormanın hemen bitişiğine çirkin beton villalar yapıyorlardı. İnsanoğlu bu bağlamda kötü ve egoist bir varlıktı; kendi zevki için doğayı tahrip etmekten kaçınma onuruna pek sahip değildi. Ben, acaba yürüyüş "yavaş" ve "lay lay lom" şeklinde mi olacak derken oldukça hızlı bir başlangıç yaptık. Jale-Şule ve ben "Önde giden en az yorulur" yasasına uygun olarak Ali beyi yakından takip ettik.

Öncü ve artçı arasında güzel bir haberleşme sistemi oluşturmuşlar; yüksek seste kuş taklidi yapıyorlardı ki bence oldukça başarılı bir taklitti. Karlar henüz parçalı bir şekilde sağa sola dağılmışlardı; ilk çiğdemleri görünce heyecanlandık; sonra yüzlercesi geldi, heyecan tükendi. Sanırım 900 rakımlı bir yerden yürüyüşe başladık ve 1200'lerin üzerindeki yerel zirveye doğru yol aldık. Hava mükemmeldi; güneş yanakları ısıtıyordu; tek kat içlikle yürüyebiliyorduk. Yol boyunca bahsi geçen, ama TV seyretmediğim için benim hiç duymadığım, "Tam teçhizatlı kameraman Cevat Kelle" gibi değildik, sade giyimliydik!.. Solgun meşe ağaçlarının ölgün yapraklarına bakarak ilerledik ve bir açıklığa geldik. Yeniden bir heyecan oldu; kocaman kanatlarıyla bir atmaca sağda solda uçtu; tarla fareleri için ölüm vakti demekti bu!.. Doğada şaka yoktu; her zaman pürdikkat olmak gerekti; yoksa yok oluş kaçınılmazdı. Tarla fareleri doğada koşup eğlenirlerdi elbette; ama o eğlencelerinin üzerinde bile her zaman Demokles'in Pençesi, Ölümün Gölgesi dururdu.

Açıklık alan esiyordu; rüzgar, şehirlinin dostuydu ama dağcının, yürüyüşçünün dostu değildi; ormana daldık. Dalların koruyucu şemsiyesi altında rüzgarsızlığın keyfini yaşadık. Kristalize kar tanelerinin güneşteki yansımalarıyla büyülendik; geçen haftaki yürüyüşte Nihal hanımın bir ağacı öperkenki fotoğrafını anımsıyorum; insan zaman zaman doğaya böyle sevgi duyar, çünkü doğa gerçekten huzur vericidir; doğaya her çıkış bir meditasyondur, zihnin durup, düşüncenin bittiği, insanın kendisini sonsuzlukta unuttuğu, zihnini dinlendirdiği, zekasını keskinleştirdiği özel bir yerdir; mekanların mekanıdır doğa!..

Hızlı tempoda hiçbir azalma olmadı. Rehber Ali bey sıkı bir yürüyüşçüydü; baton kullanmıyordu. Bu arada ben de geçtiğimiz haftalarda batonumu kaybetmiştim; bugün yeni aldığım Komperdell batonu kullandım; fakat yine de acaba Leki daha mı iyi diye halen kendime sorarım! Komperdell Avusturya markası ve köklü bir firma; Avusturyalılar da hiking olayını pek severler ve bu işte uzmandırlar mantığıyla aldım!.. Bugün ayrıca ayakkabımın maalesef artık su geçirdiğinin farkına vardım, çünkü ayaklarım ıslandı; onu yazın kullanacağım!.. İyi bir ayakkabıyı araştıracağım; belki Adrenalin'den Asolo...


Zirveye doğru yükselirken bir çobana rastladık. 2 dişi 1 erkek olmak üzere 3 tane çoban köpeğiyle dolaşıyordu. Burada köpeklere bir müddet ilgi gösterildi; köpekler iribaşlı ve çok diriydiler. Hayat aktı; çoban ve köpekleri geride kaldı; pastoral yaşamın bu ilginç anları bizden hızla uzaklaştı. Zirveye vardığımızda Artvin Hopalı Bülent bey halihazırda oradaydı; alternatif yollardan yürüyerek antreman yapıyordu; Karadeniz insanının tırnak içindeki "Çılgınlığını" ve "Enerjikliğini" doğal olarak taşıyordu.

Zaman çabucak aktı; yemek vakti geldi; ben mercimekli böreğimi ve patatesimi yedim. Bir ateş yakıldı; kuru otlar alevlere ve dumanlara dönüşüverdiler ve dumanlara sucukların yağlarının dumanları da eklendi. Çam dallarının uçlarına geçirilen sucuklar pişirilip yendi; sanırım Jale-Şule ve benim dışımda herkes yedi; aslında dağda sucuk yemek beslenme açısından da doğru ve güzel olabilir; baharatlar insanı ısıtırlar. Hacer hanım mini somon ekmeği güzel bulduğu için uzun bir süre onu yememeye çabaladı ama sonunda açlık galip geldi. Nihal hanım kalpaklı bir fotoğraf istedi ve fotoğraflar çekildi; kardeşi Özlem'in de Kızılderililerin yanan çubuklarıyla keyif içimi benzeri dumanı tüten bir çubukla bir enstantanesi yakalandı.
Sıvı alımı çoğalınca çiçek toplandı; toprak tuzlu suyla sulandı!.. Benim Salewa oturma minderim kar üstünden su çekti! Altımda bir serinlik hissettim ama "Koskoca Salewa şirketi dandik bir oturma minderi yapmayacak kadar ahlaklıdır," dedim içimden ama "ahlak ne gezer bu paracı kapitalistlerde!" ihtimalini de düşünmedim değil!.. Yine de şirketin günahını almayayım; belki de bu sahte olanlardandı; çünkü Salewa yağmurluğum var gayet güzel!.. Bizim Erol hoca da Salewa ayakkabılarını pek överdi... Eğer Tchibo'da oturma minderi bulursam alacağım!..

Yemek bitince inişe geçtik; Mehmet bey memnundu, çünkü önceki çıkışta çok terlemişti; ama yeniden çıkış olacağı haberini duyunca "Kötü haber verdiniz!" dedi. Grupta kimse sigara içmedi ve bunu takdir ettim. Her yer toz-kardı; yokuşlar inişlerden daha kolaydı bence; dizleri rahatlıyorlardı ve kayma riski daha azalıyordu; en iyisi hep yokuş çıkıp sonra da yamaç paraşütüyle aşağılara inmekti. Pırıl pırıl suları olan tatlı derelerden geçtik; insan neredeyse suya eğilip öpmek istiyordu. Ali bey Likya Yolu yürüyüşlerinden bahsetti; 3 günde 70 kilometre yürümüşler ki iyi bir mesafedir bu. Dönüşte dalgıçlık işlerinden da bahsetti; 1 yıldız almak için kaç metreye dalmak gerektiğini anlattı; zaten 42 metreden aşağıya dalmak oldukça riskliymiş. Herhalde tek yıldızda kalıp 12 metre civarında dolaşmak daha güzel; gerçi evdeki küvet de küçük dalışlar için fena değil!.

Yolumuzun üzerinde bir avcıya rastladık; çantasında ölü bir tavşan vardı; tavşan ölüydü çünkü insanoğlu kadar zeki ve donanımlı değildi; bir kurşunla yaşamını yitirmişti. Güçlü olan zayıfı avlıyor ve yiyordu; ve biz de buna Tanrısal Düzen diyorduk; bence bu tam bir saçmalık; ben burada, yani herkesin herkesi yediği korkunç ötesi bir düzende maalesef Şeytanı görüyorum Tanrı'yı değil; üzgünüm ama gerçek böyle!.. İnsan, Tanrı'ya ait olmayan bir gaddarlık ve düzensizlik durumuna, bu büyük kaosa yanlış bir isim vermiş; Tanrı'nın adı kirletilmiş! Tanrı, bir düzen kursaydı böyle bir şey olamazdı. Tatlı sevimli bir tavşan, evrensel ultra-zeki bir gücün düzeninde bir avcının kalleş bir kurşununu taşıyamazdı; zeki bir güç böyle yamyamlık düzeni kuramazdı; Tanrı'yı insanın hakaretlerinden ve iftiralarından korumak gerek. Evren, bir kaos bölgesidir ve Tanrı bu kaos bölgesinin dışında bir yerde ve onu orada, evrenin dışında aramak gerek; bilimin bakacağı yer bu evren değil, onun ötesidir!.. Bu görüş, benim kişisel inancımdır ve ayrıca uzun yıllar konu üzerinde düşünüp vardığım bir sonuçtur.

İyiniyetli ve samimi avcıya hal hatırını sorduktan sonra hoşça kal dedik ve yolumuza devam ettik. Kayalık bir bölgede, dereden gelen rahatlatıcı seslerin eşliğinde Yeşil-Mavi Doğa bayrağı fotoğraflarıyla o anları dijitalleştirdik; donmuş bir şelalenin önünde yine deklanşörlere bastık. Kağıt kadar incelmiş buz tabakaları, derenin üzerinde örümcek ağları misali adeta havada duruyorlardı. Hacer hanımın eşi Vedat beyin güzel bir makinesi var; pek çok şeyi fotoğrafladı. Mağaramsı bir yerin yanından süzülerek Dutözü köyüne doğru yol aldık. Dik bir yamaçtan yan geçiş yaparken Hacer hanım naylon torbayla hiç üşenmeden 30 metre kadar aşağıya kaydı; tabii yürüyen merdiven olmadığı için bunun bir de çıkışı oldu! Bu civardaki dik yamaçta aşağı kaymaları önlemek için Ali bey köprü kurdu; bazıları batonlarla bazıları da klasik "sürünme" yöntemiyle tırmanışı tamamladı!.. Ve nihayet uzaklardan Dutözü köyü göründü!..
Etkinliğe 14 kişi katıldı; Volkswagen marka hızlı bir araçla konforlu ve sıcak bir ulaşım oldu. Yaklaşık 12 kilometre yürüdük; bunun inişi çıkışı oldu; keyifli bir yürüyüştü; yeni arkadaşlar tanıdık; farklı sitiller gördük; doğanın sihirli dünyasında bedenimizi, zihnimizi yeniledik; Yeşil Mavi Doğa grubundan memnun ayrıldık. Son bölümde Jale-Şule'nin dağıttığı taze tuzlu fıstıklarla yeniden fiziki enerjiye kavuştuk.

Yazımı bir opera ve bir Türkçe parçayla bitiriyorum; önce Cielito Lindo, benim bütün zamanların favori operalarımdan:



Ve bir de bir Türkçe parça Düştüysek Kalkarız, Yonca Lodi; arabada giderken sık sık radyomda çıkar.



Mehmet Murat ildan