Friday, January 28, 2011

Gerede Keçi Kalesi


Bugün, dünden sonraki gün, yani 30 Ocak 2011 Pazar günü; karlı bir gün, sisli bir gün! Dağlara fazla kar yağmadı derken artık karlar şehre indiler ve boş yere kar lastiği almamış olduk böylece!.. Çoğu kez yaptığım gibi yine günün anlamına dair bir şeyler yazarak başlayacağım "Gerede Yürüyüşü" yazıma.

78 yıl önce bugün Adolf Hitler Almanya şansölyeliği için, yani Bundeskanzler için yemin etmişti; dünyanın kaderini değiştiren bir yemindir bu; pek sevimli bir konu olmadığından bunu geçeceğim. Franklin Roosevelt daha ilgi çekici; ABD'nin 32. başkanıydı o. Atatürk 1 yaşında iken Roosevelt 30 Ocak günü dünyaya gelmiştir. Tam 4 kez başkanlık yapmış bir isim! Kendim de özdeyişler üzerine çalıştığımdan Franklin Delano Roosevelt'in sözlerine bakmıştım. İşte bunlardan bir tanesi: "Bir milletin medeniyet seviyesi, üzerinde yaşadığı toprakları ağaçlandırmasıyla ölçülür." Bunun tersini de söyleyebiliriz: "Bir milletin barbarlığının boyutları, üzerinde yaşadığı toprakların ormanlarını yok etmesiyle ölçülür." Roosevelt'in Mustafa Kemal'le ilgili güzel bir sözü de vardır; Atatürk'ün ölümü üzerine şöyle bir demeç vermiştir: "Benim üzüntüm iki türlüdür. İlk olarak bu büyük insan ve devlet adamının kaybı nedeniyle bütün dünya gibi üzgünüm; ikincisi ise, o kadar istediğim halde, bu muhteşem insanla tanışma şansımın artık kalmamış olmasıdır."


Bugünkü etkinliğin fotoğrafları aşağıdaki linkte mevcut:




Bu hafta sonu, epeyden beri merak ettiğim bir yer olan Keçi Kalesi taraflarına gittim. Tabii insan yer belirtmezse pek çok yer anlaşılabilir. İzmir Selçuk'taki Keçi Kalesi mi, Niğde'deki Keçi Kalesi mi yoksa Hasan Dağı eteğindeki Keçi Kalesi mi? Sanki memleketin her yeri keçi kalesidir! İşin gerçeği şu ki, Anadolu'da ismi bilinmeyen kalelerin çoğuna Keçi Kalesi denmiştir. Bu kalelerle ilgili temel efsane keçilerin boynuzlarına mum bağlanıp gece vakti onların kalabalık askerler olarak görünmeleri ve kalenin bu sayede fethedilmesidir. Selçuk'taki hikayede ise bir kalede yaşayan kral kızına aşık bir çoban, kıza ulaşmak için keçilerine mumlar bağlar ve kaleyi tek başına fetheder! Geçmiş yüzyıllar palavralarla, atmasyonlarla doludur, ama bunlar yine de hoş hikayelerdir. İnsanoğlu, ekmeği havada kapan martı misali önüne gelen her saçmalığa inanma eğilimi güçlü olan "delilsiz inanıcı" bir varlıktır.

Benim bugün DASK (Doğa Araştırmaları Sporları ve Kurtarma Derneği) ile gittiğim yer Gerede yakınlarındaki Keçi Kalesi'ydi. Roma uygarlığının önemli kentleri arasında bulunan Gerede'nin 5 kilometre kuzeyinde 1700 rakımlı bir yerdir burası. Kalenin olduğu dağa Arkut Dağı derler. Kale, Bitinyalılar zamanından kalmaymış; Trakya'dan göç eden Bittni kavminin bir eseri olarak bahsedilir.


Bolu için Devlet Meteoroloji İşleri'nden hava durumuna bakmıştım; en yüksek 1 derece gösteriyordu ve kar yağışlıydı; 50 kilometre ötedeki Kartalkaya kar kalınlığı için 110 cm demişler ki iyi bir yükseklikti bu!.. Bugün 137 kilometrelik bir yolumuz vardı. Ankara'dan 7.55 gibi yola çıkıp otobandan Dorukkaya Green Park otelinin tesislerine geldik; Cankurtaran mevkiinin canlı-kanlı bir tesisidir burası. Buraya gelirken okuduğum bir şey de aklıma gelmişti. 1936 ya da 1934 yılında Atatürk Ankara'dan yola çıkmış; bizim eski yol dediğimiz yerden, yani Kızılcahamam üzerinden öğle vakti Gerede'ye varmıştır. Civardaki çam ormanlarında esen rüzgarla serinlemiştir ve oranın adı için "Esentepe" önermiştir. Sanırım bunun belgesi varmış, doğru mu bilemem.


İşte "Esentepe" ya da eski ismiyle Ramazan Dede tepe bizim yürüyüşe başladığımız yerdi. İnsan, adım attığı her yere dair her türlü bilgiye sahip olabilse, müthiş bir imgelemle karşı karşıya kalırdı. Gerede, tarihi İpek Yolu üzerindedir; insan yürürken bütün bunları, yani Atatürk'ün "Ramazan Dede" şehir eşrafıyla yediği yemeği, İpek Yolu tüccarlarını, Romalıları, Bizanslı piskoposları, buradan ismi ve cismi geçmiş; kendi ve gölgesi buraya uğramış olan her şeyi ve herkesi hayal edebilir. Tankçı general Patton'un hayatını anlatan bir filmde böyle bir şey vardı; Patton ,dolaştığı topraklarda sürekli olarak geçmişte yapılan savaşları ve o savaşlarda kullanılan taktikleri hayal ediyordu ve bu durum ona müthiş bir zenginlik sağlıyordu; Patton, çok yaman bir savaş tarihçisiydi ve eğer biz de çok yaman bir yerel bölge tarihçisi olabilsek "bir yürürken bin yürümüş oluruz!" Yaşam, eğer farkındalık varsa vardır; bir şeylerin ya da her şeyin farkındaysak yaşıyoruz demektir.


Bugün gezindiğimiz yerlere dair pek çok hikayeler vardır. Esentepe'deki en genç çam ağacının 400 yaşında olduğu söylenir, çünkü 1071'den sonra Anadolu'ya gelen Horasanlı akıncı Türklerden Ramazan Dede'nin kabri bu bölgededir (1400 rakımlı Esentepe mesireliğindedir) ve bu kutsallıktan dolayı hiç ağaç kesilmediği söylenir ki bunlar tabii ki gerçeküstü söylencelerdir!.. Basit bir araştırmayla orada 400 yaşın altında pek çok çam ağacı bulunabilir, yine de araştırmadan bilemeyiz!..


Etkinliğe 27 kişi katıldı; doğrusu grubun kalabalık olması her zaman bir dezavantajdır ve benim pek tercih etmediğim bir şeydir; 10.30 gibi başlayıp 15.30'da bitirdik. Benim bu etkinlikte sadece 4 tanıdığım vardı: Gökhan, Jak Den, Köroğlu zirvesinden tanıdığım Gülsen hanım ve Kök pasajında Doğa sporları malzemeleri mağazası olan Meral hanım.


Yürüyüşümüze Esentepe Sofrası lokantasının önünden başladık. Kar yağışı yoktu ve güneş zaman zaman bulutların ardından bize kaçamak bakışlar atıyordu; bulutlar dünyayı kaplayınca güneş de sanki panikler, hüzünlenir ve ısıyı değiştirip rüzgar yaratır ki bulutlar dağılsın ve dünyayı görebilsin; meraklı ve canlı bir varlıktır adeta; 150 milyon kilometre öteden yüzümüze dokunmak ister; çünkü güneş yalnızdır, bütün muhteşemliğine rağmen orada, uzaydaki tahtında, sonsuz soğukluğun ve ıssızlığın ortasında tek başınadır ve bizim onu sevdiğimizi bilir! Yürüyüş başladıktan kısa bir süre sonra anıt ağaçlara rastlamaya başladık. Bunlar dev kara çamlardı; görkemliydiler; ve bilgeydiler; çok şey gördüler; onlar çok şey bilirler, ama pek konuşmazlar; en büyük bilgileri kendilerine saklarlar.


Esentepe oteline ait futbol sahasından dere yatağına saptık ve 1700 rakımlı kaleye doğru yöneldik. Bu vadi, kuşburunlarıyla bezeliydi; vadiden akan derecik donmuş, üzeri karla kaplanmıştı ve bazen ayakları kaydırıyordu, dikkatsiz adımlar için tehlike yaratabiliyordu. Beklediğimiz derin kar yoktu; "toz-kar" vardı; uçuşan ve kum gibi akışkan olan bir kardı bu; 1 metreye bile bassanız ayağınızı kolayca çekebiliyordunuz.
27 kişiyle elbette sıkı bir yürüyüş yapmak zordu; o yüzden geride kalanlar bağlamında doğal olarak bekleme yapıyorduk. Sanırım Gökhan en hızlı yürüyenle en yavaş yürüyenin bir aritmetik ortalamasını alıp tempoyu ona göre ayarlıyordu ve her iki kesimi de memnun etmeye, bir "denge-hızı" bulmaya çalışıyordu.


Ben klasik yerimdeydim, yani en üstteki fotoğrafta görüldüğü üzere ikinci sırada. Bu etkinlikte kar izi açma ve en önde manzaralı yerde yürüme fırsatını sık sık buldum. Bu konuda Jak Den'le aynı görüşteydik; o da bazen bizim Muharrem hoca gibi çaktırmadan öne geçiyordu; çünkü önünüzde biri varsa hep onun tozluklarına bakıyordu insan, manzarayı kaçırıyordu. Çatallara gelince durup Gökhan'a sağa mı sola mı diyorduk; çünkü rotayı sadece o biliyordu. İncelme ve kalınlaşma molaları verildi. Ben bazen sağ cebimden 1 kuru dağ inciri alıp yiyor bazen de sol cebimden ceviz alıp yiyordum; arka cebimdeki leblebiden de az bir şey atıştırıyordum; arada da kuşburnu koparıyordum yanlarından geçerken. Suyu, önde bel çantasında taşıma olayından vazgeçtim; artık üşenmeden çantamı indirip çantayı açıp içiyordum.


Zaman zaman kar serpiştiriyordu. Yürüyüşlerimizde sürekli olarak yaban hayatı izlerini görmek insanı artık pek tatmin etmiyordu. Güzel ötüşlü Saka kuşları neredeydiler ya da kaba ayılar, güçlü kurtlar, meraklı sansarlar, karacalar, tilkiler ve çakallar? Hepsi birer hayalettiler sanki. Elbette bir ayıyı yakından değil çok uzaklardan görmeyi tercih ederim!.. Yol boyunca farklı sohbetler edildi; rehberliğin zorluğu üzerine konuştuk; topuklu ayakkabıyla gelenlerden yağmur başlayınca şemsiye isteyenlere kadar çok farklı bir yelpaze bu trekkinglere katılır; bilinçli olanları vardır, bilinçsiz olanları vardır; ortam bir insan laboratuvarıdır adeta. Gökhan bize Likya yolu rehberliğinden, oradaki profesyonel rehberlikten ve Kızılcahamam civarındaki Jeopark projesinden de bahsetti; bir de yıllar önceki ağaç katliamından. Bu katliam doğal bir katliamdı; aşırı yağan karlar, bir sıcak bir soğuk derken binlerce ağaç devrilmişti; ben de o dönemi hatırlıyorum. Bazen kar ağaçlarda birikir, erir, donar; ağaç adeta betondan buzlarla kaplanır ve ağırlığa dayanamayıp çöker!..


Yol boyunca, kayaların içinden fırlamış inatçı kara çamlar gördük. Yükseldikçe kara çamlar sarı çamlara ve nihayet Köknarlara (ya da göknarlara) dönüştüler. Çatalçeşme denilen çeşmede fındık-fıstık ve sıcak içecek molası verildi. Bu molalar, devamlı yürümeyi seven biri olarak bana biraz uzun geliyordu, ama elbette ötekileri de düşünmek gerek. Tek kat içlikle yürüyordum; Keçi kalesine kadar windstopper'a gerek olmadı. Bir ara sanki kış bu sessiz vadiyi terkedip gitti; baharımsı bir sıcaklık oluştu; incelmeyenler terledi ve ateş bastı. Meral hanımdan aldığım Regatta marka kulaklıklı şapkadan memnun kaldım; sıcak tutuyor, bereden daha iyi ve de su geçirmez; tek dezavantajı kulak daha az duyuyor, resmen daha az duyuyor ama artık her zaman sabit olarak çantamda yer alacak!.. Bazı şeyleri yedek olarak da almak lazım. Bir arkadaşın ihtiyacı olursa çantadan çıkarıp vermek güzel olur.


Çok da uzun olmayan bir süre sonra Keçi Kalesi göründü. İçine girmedik; esasen ortada ne keçi ne de kale vardı! 1995 yılında restore edilmiş bu kaleye sıradan bir duvar örülmüş; bizdeki restorasyonların çoğu cahil insanlar tarafından fazlasıyla modern yapılırlar ve tarihi bir görünüm bile oluşmaz!.. Hava sisli olmasaydı Gerede manzarası seyredebilecektik. Kale yakınlarında bir avcıyla köpeğini gördük; büyük ihtimal can sıkıntısından zevk için avlanma yapıyordu, yine de günahını almayayım; belki de yemek için avlanıyordu, bilemem; gerçeği ancak gözlemleyip deneyimleyerek bilebiliriz.


Orman içi patikalara girdik; karlı ve loş labirentlerin büyülü atmosferlerinde ilerledik; kar derinleşti ve bir ara 80 cm'lik derinliğe ulaştı ki işte asıl o derinlikteki karda 5-6 saat yürümek gerekirdi; tabii o zaman da kafa lambaları lazımdı. Çok sayıda fotoğraflar çekildi; fotoğrafı çekilen kişi birden dikleşiyor, poz verme konumuna geliyordu. Dikçe bir bayırdan karda yuvarlanma aktivitesi yapıldı; ben dağcılık disiplini bağlamında kendimi kara bulamadım; aslında Mart ayında güneşli sıcak bir günde bu daha güzel olur belki!.. Kar topu oynandı; bazı kulaklara sular kaçtı; ben her zamanki gibi yürüme eğilimindeydim. Sakince yola devam ettik ve aniden bir kayakçıyla karşılaştık; Arkut Dağı kayak tesislerine yaklaşmıştık. Kayak hocası ve öğrencisini birkaç kez gördük; açtıkları kayak izlerini bozduğumuz için kayak hocası bize bozuldu sanki. Bu Esentepe kayak merkezi, kayağa yeni başlayanlar için uygun bir yerdi. Kızağa binen sevimli bir çocuk fotoğraflandı ve de bu yazımın fotoğraflarından biri oldu. Hedefimiz Hacı Veli yaylasıydı. Eli baltalı, ağzı laf yapan cingöz bir köylüye rastladık; seneye de benim yaylama gelin dedi ve hatta şimdi gelin dedi.


Zaman zaman arkama dönüp baktığımda rengarenk tozluklar ve montlar bana yerdeki gökkuşaklarını anımsatıyordu. Bir de geceyi hayal ettim; herkesin elinde meşaleler olsaydı ilginç bir görsellik oluşurdu. Telesiyejin yanından geçtik; aileler çocuklarıyla eğleniyorlardı; bu mutluluk ve eğlence tablosuna kısa bir süre bakıp devam ettik. Arkut kayak merkezinin avantajı oraya ulaşımın kolay olmasıydı. 5 kilometrelik kayaklı koşu ve mukavemet pistinin bazen içinden geçiyorduk. Saat 13.30'u geçmişti ve acıkmıştık. Hacı Veli yayla evlerinin camisine ve etraftaki evlerin verandalarının altlarına sığındık; kar yağıyordu. Benim menümde haşlama patates, patatesli börek ve de elma vardı; fazlasıyla doydum; bir de sıcak çay içtim; artık pişmiş yumurtayı menüden kaldırdım, onu sadece kahvaltıda yiyeceğim; yürüyüşlerde protein ağırlıklı beslenmek yanlış; balık yemek yanlış, yumurta yemek yanlış diye söylenir... Dağda börek harika oluyor; hele bir de ıspanaklı olsaydı... Mümkünse makarna yemek de faydalıdır.


Kar nedeniyle ilk kez Marmot yağmurluğumu giydim ve de hoşuma gitti; terletmedi; yüksek irtifadaki riskli bölgeler için güven verdi. Jak Den fotoğraflar çekti ve "Herkes benim çekmemi istiyor, çünkü benim resimlerde olmamı istemiyorlar," diye bir espri yaptı. Jak artık bizden biri olmuş; Türkçe'nin inceliklerine vakıf olmuş; Gülsen hanım Kaçkarlar'da Jak'ın da olduğunu, Türkiye'nin her yerini bildiğini söyledi. "Çimlere Basmayın" yazısından bazı harfler çıktığında nasıl okunduğunu da söyledi Jak: "Çimlere Bas Ayı!" Türkçe duyarlılık geliştirmiş kısacası. Çatılardan sarkan buzlar yere düşmek istiyorlardı ama -6 dereceyi gösteren termometre bu düşüşe izin olmadığını da ilan ediyordu; sarkıtın tanrısı su ve dondurucu soğuktu; onlar varsa sarkıt da var olacaktı.


Ormaniçi patikalardan dönüşe geçtik; kar yağışı iyice arttı. 15.30'da minibüsteydik; 15.42'de yola çıktık. Kızılcahamam AKPET tesislerinde yemek molası verildi ve böylece bugünkü etkinlik de sona erdi; doğrusu ben AKPET tesislerini pek sevmedim; öncelikle içeri sıcak değildi, soba yoktu; oysa bir lokantayı lokanta yapan şey özellikle kış ayında sıcaklığıdır!..


Nihayet Keçi kalesini görmüş oldum; Arkut Dağı kayak tesislerini bilmek de faydalı oldu çünkü ben kayak bilmiyorum; ama şöyle bir baktım, çabuk öğrenilir gibi geldi bana; en kötü ihtimalle yukarıdaki sevimli çocuğun kızağıyla da kayılır!.. DASK'ın etkinliğinde emeği geçen arkadaşları kutlarım.


Yazımı bir müzikle sonlandırıyorum: Yıldız Usmanova, güzel bir parça, Seni Severdim:



Mehmet Murat ildan